Ufuk, düz arazide ve denizde yerle göğün birleşir gibi göründüğü yerdir. Gerçekte, böyle bir yer, böyle bir çizgi yoktur. Bu göz yanılgısı, zamanla, insanın, geniş bir açıdan bakabilme, uzak geleceği görebilme kapasitesini, bulunulan yerle ulaşılmak istenen nokta arasındaki yön ve mesafe ilişkisini anlatan bir anlam kazandı.
Uzun yürüyüşler ufuk gerektirir.
Ufkunu yitiren yönsüz kalır. Yönü, rotası belli olmayan bir gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez!
Evrensel toplum tasarımı, varlığını gerekçelendiren sonul hedefi olmayan hiçbir toplumsal yenileşme hareketi geleceği kuramaz!
Dünya komünist ve devrimci hareketinin yirminci yüzyıl deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının en önemli nedenlerinden biri, komünist ufkun yitirilmesidir.
Egemen bir sistem olduğundan bu yana kapitalizmin tek alternatifi komünizmdir. Komünist ufuk yokluğu, kapitalizmin ebedi bir düzen olduğu savını güçlendirmiştir. Komünistlerin, nedenleri ne olursa olsun, “demokrasi” ya da, sistem içi reform ve “proje”lere bağlanmaları varlık nedenlerinin yadsınması anlamına gelir.
Yirminci yüzyıl deneyiminin öğrettiği şudur: Kapitalizmi bir düzen olarak temelden yadsımayan, bu sisteme karşıtlığını köktenci ve sürekli teorik- pratik eleştiriyle ete kemiğe büründüremeyen, amaçladığı yeni toplumu ve yeni insanı mücadelesinin referans noktası yapamayan bir yürüyüş komünizme doğru ilerleyemez.
Kapitalist uygarlık, parçalı akıl
Kapitalizm bugün, yalnız bir üretim ilişkisi, üretim biçimi, hatta ekonomik toplumsal formasyon olarak değil, uygarlığımıza karakterini veren egemen akıl ve kültür olarak da sınırlarına dayanmıştır. İnsanlığın maddi, teknik, düşünsel, sanatsal ve kültürel birikimi, yani “uygarlık” tehlike altındadır.
Sınıflar ve katmanlar arasındaki korkunç kaynak ve gelir uçurumu; insanı ve ekolojik sistemi bozan “daha çok kâr” amaçlı üretim ve tüketim çılgınlığı; bencil ve sığ bir hazcılığın egemen yaşam kültürü haline gelmesi; insanın, havanın, suyun, her şeyin metalaştırılması; büyük adaletsizliği büyük kitlelere kabul ettirmek için gerici ırkçı ideolojilere dönüş; bilimin köklerine ve insanlık amaçlarına yabancılaşması; cinsler, etnisiteler, dinler, uluslar arasındaki bölünme ve çatışmaların tırmandırılması; hegemonya ve paylaşım için dünya savaşına doğru gidiş…
Bu uygarlık bunalımının en önemli, en olumsuz etkileri “insan”, insan aklı ve insanlığın bugüne dek biriktirdikleri üzerindedir.
Sermayenin mutlak denetimi altındaki ileri “teknolojik akıl” ile büyük insanlığın “sosyal aklı” arasındaki uçurum ürkütücü boyutlardadır. Bu ölçüde eşitsiz, haksız, bencil, hazcı ve acımasız bir dünyayı haklı ve kabul edilebilir bulan bir akıl, yalnız ahlâki açıdan değil, tarihsel ve toplumsal açıdan da “suçlu”dur. Einstein’ın benzetmesi yerindedir: “Teknikteki tüm o göklere çıkarılan ilerlemelerimiz, hatta tümüyle uygarlık, hasta ruhlu caninin elindeki baltaya benziyor.” Barbarlık, Rosa Luxemburg’un fantezisi değil, gerçek bir tehlikedir.
Sermayenin aklı, veri aldığı birimle, o birimin “verimliğiyle”, kârlılığıyla tutarlı, parçalı bir akıldır. Parçalı aklın tutarlılığı genel toplumsal durum ve ihtiyaçlarla karşılaştığı anda yok olmaktadır. Sermayenin ve sermaye düzeninin yol açtığı yaşamsal toplumsal sorunların üstesinden ancak evrensel ortak aklı, Marx’ın deyimiyle “general intellect”i harekete geçirme yetisine sahip başka bir akıl ve uygarlık gelebilir.
Bilim ve teknoloji alanındaki adımlar gerçekten baş döndürücü: Bilgisayar, internet, otomasyon, robotlaşma, yapay zekâ, gen teknolojisi, nükleer füzyon…Bunların, özellikle de iletişim ve ulaşım alanlarındaki gelişmelerin daha şimdiden insan yaşamını etkileyen çelişkili “girdi”leri var. Her şey, ama her şey, enformasyon, meta, insan baş döndürücü bir hızla hareket ediyor. Ama bu süreç, birey insan için “ zamanı” çoğaltmıyor; tersine azaltıyor.
Bilimsel bilgiye erişme olanaklarının hız ve oylum olarak artması evrensel olarak toplumsal bireyin gelişmesine hizmet etmiyor. “Bilgi kirliliği” de denilen “işlenmiş” ya da kabalaştırılmış bilgi-haber çokluğu, bu çokluk karşısındaki zaman “kıtlığı” büyük çoğunluğu yüzeysel, sığ, bilim dışı “bilgi”ye mahkum ediyor. Doğru, bilimsel, işlevli bilgiye ise sistemin ideolojik aygıtlarının denetimindeki süzgeçler ve toplumsal bilgi üzerindeki özel mülkiyet engeli nedeniyle erişilemiyor.
Teknolojik gelişmelerin sonucu olarak, “toplumsal açıdan zorunlu emek” oranı düşüyor; çalışma saatleri, “işgünü” ise aynı ya da yakın oranlarda düşmüyor. Bunun yerine işsizlik, güvencesiz, geçici, iğreti, parça başı vb. çalışma genelleşiyor. İşgününü, “artık emek”i yok ederek “gerekli iş zamanına” eşitlemek, böylece kısaltmak, ancak kapitalist üretim biçiminin ortadan kalktığı bir toplumda, komünist toplumda gerçekleşebilir.
Komünist akıl, komünist uygarlık
Komünist toplum, komünün bireyin kişiliğini kısıtlayıp ona damgasını vurduğu bir toplum değil, tam tersine gerçek anlamda zengin bireyselliğin özgürce açılıp serpildiği, “bireyin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu” haline geldiği bir toplumdur.
Peki komünizm, komünist toplum ve uygarlık gerçek bir alternatif mi? Yoksa güzel ama gerçekleşmesi olanaksız bir düş, ütopya mı?
Bu soruya, 169 yıl önce Alman İdeolojisi’nde şu yanıt verilmiştir: “Bizim gözümüzde komünizm, yaratılması gereken bir durum olmadığı gibi, gerçekliğin kendisine uymak zorunda olduğu bir ideal de değildir. Biz, bugünkü düzeni ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.”
Ütopik sosyalistlerle Marksistler arasındaki fark, tam bu noktadadır.
Engels, 137 yıl önce, Anti-Dühring’de, ütopyacıların yeni toplumun ana hatlarını zihinlerinde oluşturmak zorunda kalmalarını, “yeni toplumun öğelerinin eski toplumda gözle görülür bir biçimde ortaya çıkmamış” olmasına bağlamıştı.
Komünizm, öğeleri eski toplumda oluşmaya, birikmeye başladığı, bu öğeler bilinçli insan eylemiyle var olan sistemin pratik eleştirisine dönüşebileceği için gerçek bir harekettir. Bu gerçeğin içinde düş ve hülya olması kaçınılmazdır. Henüz olmayan bir toplum, somut olarak değil, ancak genel ve soyut özellikleriyle tanımlanabilirdi. Marx’ın kendisi de komünizmi bu genel ve soyut çerçevede düşünmüş, ötesine geçmemiştir.
Yirmi birinci yüzyılın başında, üretim güçlerinin ve emek üretkenliğinin ulaştığı düzey bakımından yeni (komünist) toplumun maddi-teknik öğelerinin, öncüllerinin oluşmuş, hatta olgunlaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu koşullarda Marx’tan daha ileriye gitmenin, komünist toplumun kimi somut biçimlerini zihinde canlandırmanın yolları da açılmıştır.
Sermaye birikimi ve kârın, kendi varoluş amacına bağlı bir içerikte üretici güçleri, teknolojiyi, bu çizgide bilimi geliştiren sürekli bir dürtü yarattığı, kapitalizmin bu açıdan dinamik bir sistem olduğu açık.
İdeolojik mücadele insan bilinci üzerinde
Aynı kapitalizm, öte yandan, binlerce yıllık uygarlık birikimlerinden süzülüp gelen “insan”ı eksilten, çürüten bir düzendir. İnsanlığın özgürlük ve eşitlik yolunda elde ettiği tüm kazanımlar, zorlu kavgaların, fethedilmiş kalelerin ürünüdür. Magna Carta, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, Fransız Devrimi, Ekim Devrimi… Uygarlık, birikimdir. Sermaye düzeni, bugün, yapısal krizini ötelemek için, bir yandan kitlesel mülksüzleştirmeye, el koyma yoluyla ilkel birikim yöntemlerine başvururken, bir yandan da büyük dönüşüm ve ileri atılışların insan üzerindeki ilerletici, devrimcileştirici etkisini, izlerini silip kazımak için bir ölüm kalım savaşı yürütüyor.
Dünyamız, nesnel koşulları bakımından komünizme yakın, bilinçli insan eylemi açısından uzaktır.
Bu nedenle, yeni bir toplumsal düzene, komünizme yürüyüşün en önemli, en ivedi sorunu devrimci, dönüştürücü bilinçli insan eyleminin yeniden canlandırılması, toplumsal devrimin öznel etmeninin hazırlanmasıdır.
İki sistem arasındaki en büyük mücadele insan bilinci üzerinde yürütülen ideolojik mücadeledir.
Bu mücadelenin kazanılması komünist ufkun, bilinçli insan eylemi ve sınıfsal-siyasal pratik eleştiri olarak yeniden üretilmesine bağlıdır.