Zaman zaman soruluyor: Bunca pislik ortaya saçılmışken, pandemi bu kadar kötü yönetilirken, “geçim derdi” olanlar için bıçak kemiğe dayanmışken, vb. insanlar neden hala sokağa dökülmüyor?
İlk bakışta haklı gibi görünen bu soru, Türkiye’de halkın tepkilerini ortaya koyma biçimlerine geriye dönük olarak bakıldığında biraz havada kalıyor gibi. Gerçi bu konuda yapılmış doyurucu araştırmalar pek yok; ama kitlesel ve kendiliğinden patlamaların bu ülkede bir geleneği olduğunu, böyle hareketlenmelerin yaşamın bir parçasını oluşturduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor.
Evet, “Gezi” ayrı ve aykırı bir örnekti; ancak 8 yıl önce böyle oldu diye her ortamda bir benzerini beklemenin de alemi olmasa gerek…
***
Dikkat edilmişse, “patlama” biçiminde ortaya çıkan gerçekten kitlesel ve kendiliğinden hareketlenmelerden bahsediyoruz. Yoksa Türkiye’nin son 60 yıllık tarihi bu özellikleri taşımasa bile gerçekten kitlesel ve etkileyici pek çok sokak (daha çok “alan”) eylemine tanıklık etmiştir. Bunlara bakarak bir örüntü çıkarmaya çalışırsak Türkiye’de en geniş katılımlı dış mekan eylemlerinin kimi belirleyicilerinden söz edebiliriz:
Özel günlere ait eylemler (1 Mayıs, Newroz);
Zamanına göre ciddi tabanı olan örgütler tarafından düzenlenen eylemler (DİSK – 15 16 Haziran 1970, 1991 Zonguldak Madenci Yürüyüşü, Türkİş ve KESK gibi kuruluşların 1990’lı yıllardaki eylemleri, CHP’nin 2017 yılındaki “Adalet Yürüyüşü” gibi);
Cenaze törenleri (Uğur Mumcu, Madımak’taki kayıplar, Berkin Elvan örneklerinde olduğu gibi).
Yukarıdaki örüntünün “kitlesel ve kendiliğinden patlamaları” dışarda bıraktığı açık olsa gerek. Bu durumda, şöyle bir sonuca varabiliyoruz: Türkiye’de kitlesel ve kendiliğinden patlama şeklinde ortaya çıkabilecek hareketlenmelerin belirleyicilerini önceden kestirmek mümkün değildir; örneğin 2013 yılı Mayıs ayı başlarında “Gezi’nin” gelip çatacağı ne kadar öngörülebilmişse bundan sonraki de o kadar öngörülebilir.
Kısacası, çarşı pazarın el yakması, yeşil soğan fiyatının tutulamaması, vatandaşın tenceresinde et değil dert kaynaması, vb. hepsi gerçek olsa bile bunların insanları hep beraber sokağa dökecek şeyler olmadığı görülmektedir.
Kemik mi uzakta yoksa bıçak mı kısa bilinmez; ama bıçağın kemiğe dayandığını söylemek mümkün görünmediği gibi, “ille de öyle mi olası lazım” diye sormak da gerekir...
Öyle ya, Gezi’de hangi bıçak hangi kemiğe dayanmıştı?
***
Zamanı önceden kestirilemeyecek kitlesel ve kendiliğinden hareketlenmeler için üç noktaya daha değineceğiz.
Birincisi: Bu tür hareketlenmeler, her zaman, geri planda duran destekleyicilerinin vizyonlarının ve taleplerinin ötesine geçen “radikal” özellikler sergiler. Açık konuşmak gerekirse bu söylenen hem sol hem de sağ hareketlenmeler için geçerlidir. Bu tespite yaşadığımız güncellik açısından bakıldığında, bu tür hareketlenmelerin “Millet İttifakı’nı” oluşturan partilerin işine gelmediği söylenebilir. Çünkü iktidarla pazarlık ve iktidar değişimi dahil işlerin suhuletle halledilmesi asıl düşüncedir ve böyle bir düşüncenin “radikalliği” kaldıracak hali yoktur.
İkincisi: Türkiye’de seçim mekanizması, siyaseti asıl olarak bu mekanizmaya indirgeyerek gören aktörler dışında “sokağa dökülme” olasılıkları gündeme gelen geniş kesimlere de hitap eden bir yan taşır. Konuya bu yönüyle de bakmak gerekir: Örneğin seçimler 4 yıl sonra yapılacak olsa, sokağa dökülmesi beklenenler arasında “2025 yılında zaten gidiyorlar” diye yatışacak insan sanıldığından fazladır.
Üçüncüsü: Adı ve zamanı ne olursa olsun, Türkiye’de “devrim” denebilecek bir olayın kitlesel ve kendiliğinden hareketlenmeler olmadan gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Bu bir yana, her gerçek devrim, kendi örgütleyicisini ve önderini de daha ileriye zorlayan bir kitlesel dinamizm ve radikalizm taşır. İyidir ve ürkütücü sayılmaması gerekir.
Ancak, aynı şey “karşı devrim” için de geçerlilik taşır ve bu da üzerinde önemle durulması gereken bir noktadır.