Diyalogsuzlar ve Yazarsız’lar başlıklı yazılardan sonra bir sız’lı yazı daha. Sızlanma yazısı da denebilir. Yaşamda diyalog sınırlanmış, politikada dışlanmış, edebiyatta monoloğun işgaline uğramıştı, bana da oturup bundan şikâyet etmek düştü. Neyse ki, Metin Çulhaoğlu Üstadım, diyalogsuzların ortamı bütünüyle esir alamadıklarını duyururcasına ses verdi, solumuzun kendi arasındaki diyalog tarihçesinden üçlü bir çevrim modeli çıkardı ve bunu önümüzdeki sosyalistler arası diyalog sürecini öngörmek için değerlendirdi. Benim anladığım, toplumsal kurtuluş mücadelesini ciddiye alanlar arasında, yakın zamanda yoğunlaşacak zorunlu bir diyalog süreci var.
Karşısındakine sözünü iletemeyen ve yankısını duymayan insan, çareyi kitaplarla konuşmakta bulabiliyor. Bu durumda diyaloğu temel bir yazım biçimi haline getiren yazarlar, Dostoyevski ya da Orhan Kemal bire bir gelecektir. Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanı bütünüyle bir diyalog şaheseridir. Bu romanı sinemaya uyarlayan Erden Kıral, kırklarda Çukurova’daki emekçilerin dilini büyük bir yaratıcılıkla yansıtan bu konuşmaları olabildiğince koruyarak dünya ölçüsünde yetkin bir film çekmiştir.
BURJUVA DÜNYAYA NE VERDİ?
Romanlar az gelirse, bütünüyle diyaloğa dayanan dram sanatına başvurabilir ve Shakespeare ile İbsen oyunlarını okumayı deneyebiliriz. Franco Moretti, edebiyat eserlerinden yola çıkarak burjuva’nın ne ya da kim olduğunu incelediği kitabında, 19. Yüzyıl kapanırken, İbsen’in, iktidarının doruğundaki “burjuvanın yüzüne bakıp siz dünyaya ne verdiniz diye soran tek yazardır” der. (Franco moretti, Tarih ile Edebiyat Arasında Burjuva, Çeviren: Eren Buğlalılar, İletişim, 2015, İstanbul, s.194) İktidara gelmek için mücadele ederken, alabildiğine gerçekçi ve diyaloğa açık bir edebiyatı olan burjuvazi, iktidarı ele geçirdikten sonra gerçekçiliği terk eder. Toplumsal yaşamı sisli eğretilemelerin belirsizliğine gömen bir edebiyat doğar. Savaşım, işbirliği ve diyaloğun dünyasını, dayatma, kullaştırma monoloğu ortadan kaldırır.
Bizim edebiyatımızın doğuşunda bu gerçekçilik-diyalog eğilimini, çöküşünde de kurmaca-monolog birlikteliğini buluyoruz. Edebiyatımız doğarken, yeni kuşakların kitapları vardı; Mâi ve Siyah’ı okuyarak Ahmet Cemil’e özenen Jöntürkler, Tevfik Fikret’in Sis’indeki karanlığı aşmak için politik mücadeleye giriyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın Meclis’inde bu edebiyatın dizeleri okunuyordu. Cumhuriyeti kuran kuşakların kitapları vardı, kitapların aydınlanmasından geçmişlerdi.
Cumhuriyeti yıkan kuşaklara bakınca bir kitapsızlar güruhu görüyoruz.
FEUERBACH’A GÖRE DİNİN ÖZÜ
Çocukluğumun geçtiği köyde, “ulan kitapsız”, bir küfürdü. Başlarda bana hafif gelen bu küfrün ne kadar ağır olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kitapsız suçlamasının, kutsal kitaplara inanmamak anlamından doğduğunu düşünebiliriz. Dinsel düşünüş veya ideolojinin kitaplarıydı bunlar ama yazıldıkları çağın toplumsal yapısına, üretim ilişkilerine uygun düşen bir değerler dizgesini sistemleştiriyorlardı. Okuyanlarını ve inananlarını bu değerlere saygılı yaşamaya koşulluyorlardı. Kitapsız olmak, toplumsal hiçbir değer ve kural tanımamak demekti.
Bu kitaplardaki değerler, sınıflı toplumun, artı ürünün büyük ölçüde tarımsal üretimden elde edildiği toplumların egemen değerleriydi elbette. Feuerbach’ın Hırıstiyanlığın Özü’nde ortaya çıkardığı dinin antropolojik ilkesi açısından bakarsak, insanın kendi özünden çıkardığı en ideal niteliklerini bir tanrıya yükleyerek, onun önünde diz çökmesini, yabancılaşmasını meşrulaştırıyordu. Ama yine de insandan ve toplumsal yaşamdan çıkmıştı, ters çevrilerek de olsa kurallara dayalı bir toplumsallığı gerektiriyordu. Bu kitapların bile dışına düşmek, kitapsız olmak, belki de iki kere yabancılaşmaktı. Din bir kere yabancılaşmaysa, kitapsız iki kere yabancılaşmış insan demekti.
Bugünün kitapsızları insanlığa kaç kere yabancılaşmışlar kim bilir…
TEKELLER, TEK KİTAPLILAR
Dinsel kitap anlamında ise hiç de kitapsız görünmüyorlar. Hatta bütün kitaplıkların tek kitaptan oluşmasını, bütün okullarda bir tek kitabın okutulmasını istiyorlar. O tek kitabı da doğru dürüst okumuş oldukları kuşkuludur. Hatmetmiş olabilirler, ama içeriğini nasıl anladıkları ve uyguladıklarına ilişkin en açıklayıcı ipucu, “bakara makara” twitleridir.
Çağımız tek kitaplı kitapsızlar çağıdır. Tekelci kapitalizmin teksesli monolog edebiyatıyla korelasyon içindedir.
Çocukluğumun geçtiği köyün, kelimenin somut anlamıyla en kitapsızı ise, jandarma karakoluna atanan bir başçavuştu. Göreve başlar başlamaz ilk işi karakol kütüphanesinde ne kadar kitap varsa jandarmalara yükleyip yakındaki dereye taşıtmak ve ateşe vermek olmuştu. Nasıl yaptığımı şimdi hatırlayamıyorum, bu kitaplardan bazılarını yanmaktan kurtarmıştım. Okuma Yazmanın Izdırapları kitabımda kitap yakıcısı bu başçavuşun bana verdiği ızdırabı da yazmıştım. Başçavuşun kitap yakmasından birkaç yıl sonra ona benzer bir general, Kenan Evren ve beşibiyerde’si darbeyle iktidarı ele geçirdi, bütün ülkeyi kitap yangınlarıyla sardı.
Cumhuriyet yıkıcısı kitapsızlar kuşağı, bu yangınların kıraç bıraktığı Türkiye toprağından çıktı.
Bilgisiz, inançsız, kitaptan ve insanlıktan nasibini almamış bir kuşak. Kindar ve dindar. İktidarı ele geçirdiler, neler yaptıklarını biliyoruz.
Üzüm üzüme baka baka kararır; neredeyse bütün toplumu kitapsız yaptılar. Yüzlerce kütüphaneyi kapattılar. Shakespeare ve İbsen oyunlarını seyredebileceğimiz bir tiyatro bırakmadılar; AKM’yi, iki yüz yıllık ilerleme tarihimizin simgesi diyebileceğimiz bu yapıyı İstanbul’un orta yerinde bir harabeye çevirdiler. Üniversitelerin yalnızca adını bıraktılar. Toplumun dayanaklarını, aydın bilincini ayakta tutan kuruluşlarını, dernekleri, meslek odalarını etkisiz hale getirdiler. Bazılarını kendilerine benzettiler, kitapsız ve ümmi yaptılar.
Gazetecileri hapse doldurdular.
Edebiyatı monoloğa indirdiler ve ondan bestseller kitaplar imal ettiler. AVM kitapçılarında, vitrinleri bunlara ayırdılar.
ABD’YE SÜRGÜN HALKBİLİMİ
Birkaç yıl önce, 90 yaşını geçmiş halkbilimi profesörü İlhan Başgöz’le bir televizyon programı yapma şansına eriştim. Hoca, Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi, türküleri, manileri araştırıyordu ve yılın yarısından çoğunu ABD’de geçiriyordu. İleri yaşına rağmen bu uzun yolculukları göze almasını anlamladıramadım, neden ABD’ye gittiğini sordum. “Aradığım kaynakları oradaki kütüphanelerde bulabiliyorum” dedi. Halkbilimi profesörü İlhan Başgöz’ün araştırma nesnesi halk buradaydı ama kaynakları ABD kütüphanelerindeydi. Kitapsızların ülkesinde, halkbilimi yapmak için bile başka ülkelerin kütüphanelerine gitmek gerekiyordu.
Geçen Pazar Ankara Kitap Fuarı’nda Muaviye, Emeviler ve Derin İslam kitaplarının yazarı Aydın Tonga ile Doğu Kitabevi standında kitaplarımızı imzalıyorduk. Kitapsızların ülkeyi ne hale getirdiğini konuşuyorduk. Folklor ve Edebiyat dergisinin yayıncısı yazar Metin Turan geldi. İlhan Başgöz’ü sordum. 94 yaşına basmıştı, sağlığı iyiydi ve ABD’deydi. Kitapsızlar İlhan Hocamızı bu ileri yaşında ABD kütüphanelerine mahkûm etmişlerdi.
Kitapsızlar, ne yaparsa yapsın, biz okumaya, araştırmaya, öğrenmeye ve öğretmeye devam edeceğiz. Bir kitapsıza kitapsız olduğunu göstermek dünyanın en zor işidir, onun da üstesinden gelecek bilinç ve irademiz vardır elbet.