Kırılmanın kırılması

Türkiye’de 95 yıllık Cumhuriyet dönemi birtakım “kırılmalarla” anılır.

1925 Şeyh Sait ayaklanması, 1930’la başlatılan “devletçi” dönem, 1946’da batı dünyasına demir atma ve çok partili rejime geçiş, 1950 iktidar değişikliği, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 diye gider ve sonraki başka “kırılmalarla” birlikte günümüze kadar uzanır.

Bunlardan hangileri gerçek anlamda “kırılma” sayılabilir? Zamanında çok önemli kırılma noktası sayılan kimi tarihsel olgulara aradan yıllar geçtikten sonra gene aynı önemi atfetmek mümkün müdür? Örneğin, bugün bakıldığında 12 Mart 1971 darbesinin çok önemli bir kırılma uğrağı olduğu söylenebilir mi?

Bu soruların doyurucu yanıtı daha derine inen değerlendirmeleri gerektirir. Gene de, “kırılma noktalarıyla” ilgili kimi ön belirlemeler bu yazının sınırları içinde yapılabilir diyoruz.

***

Kırılma noktaları konusunda aşırı “tutumlu” davrananlar olduğu gibi “müsrif” sayılabilecekler de vardır. Örneğin kimilerine göre 1923 Cumhuriyeti’nin kendisi tek kırılma noktası sayılmak gerekir; daha sonrakiler bu ilk kırılmanın kırılmalarından öte anlam taşımaz. Ya da Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının başlangıcı ilk ve tek kırılma noktası sayılmalıdır. Bir de, 12 Eylül 1980’i, önceki tüm gelişmeleri kendi içine alan ve sonraki tüm gelişmelere bugün bile damgasını vurmaya devam eden ana kırılma uğrağı sayanlar vardır.

Müsrif kırılmacılara göre ise akla gelen hemen her şey bir kırılma noktası sayılabilir. Gerilere gitmezsek, böyleleri arasında 16 yıllık AKP iktidarı döneminde en az dört “iç kırılma” noktası tespit edenler çıkacaktır.

Bize göre Cumhuriyet tarihinde üç kırılma noktası ya da uğrağı tespit edip bunlarla yetinmek en doğrusu olacaktır: 1946-1950 dönemeci, 12 Eylül 1980 (24 Ocak kararlarıyla başlamak üzere) ve AKP iktidarının en son hamlesi olarak geçtiğimiz aylarda gündeme gelen “yeni rejim…” Az önceki “yetinme” sözcüğü, bu üç uğrak dışında önemli başka uğraklar yaşanmadığı, bunlara boş vermek gerektiği anlamını taşımaz elbette.

Ancak gene de bu üç uğrağın belirleyicilik açısından diğerlerinden daha önemli olduğu ve ayrıca üçü arasında en önemlisinin sonuncusu, yani son “rejim değişikliği” olduğu kanısındayız.

12 Eylül 1980’in aslında 1946-50 kırılmasının kırılması olması nasıl 12 Eylül’ün önemini gölgelemezse (gölgelememesi gerekirse); son rejim değişikliğinin 12 Eylül kırılmasının kırılması olması da bu değişikliğin önemini gölgelememelidir.

***

Bir kırılma olarak son rejim değişikliğinin diğerlerinden daha önemli olduğunu söylemiştik.

Öncekilerden önemli ölçüde farklılaştığını söylemek de mümkündür.

Birincisi: Bizim burada saydığımız ikisi dâhil daha önceki tüm kırılmaların kaynağı Cumhuriyet’in “geleneksel” siyasal-ideolojik birikimi ve kadroları olmuşken son rejim değişikliğinin sürükleyicileri tarihsel olarak bu geleneğin dışından gelmektedir.

İkincisi: Daha önceki tüm kırılmalarda bu kırılmalar karşısındaki düzen içi alternatifleri “işte orada duruyorlar” diye göstermek mümkünken bugünkü kırılmanın “alternatifi” diye gösterilenler öyle olduklarına kendileri de inanmamaktadır.

Üçüncüsü: Daha önceki hiçbir kırılmanın temsilcileri kendi gerçek ya da potansiyel alternatiflerine (düzen içi) ideolojik, siyasal ve kültürel açılardan bugünkü rejim kadar nüfuz edip kendilerini bir şekilde kabul ettirememişlerdi. Evet, buraya yazıyoruz, yarın AKP’nin ve reisinin yerine kim gelirse gelsin pek çok alanda (yeni rejim dâhil) onun izinden gidecektir.

Sonuçta yeni rejim kendinden önceki kırılmaların kırılması olsa bile hepsini kırıp artık “başka bir şey” olan kendine içselleştirmiştir.

***

Bu söylenenlerle, AKP iktidarını, temsil ettiklerini, bugünkü rejimi vb. çok mu abartıp kadiri mutlak bir yere oturttuk?

Öyle yaptığımızı pek sanmıyoruz; ama gerekiyorsa tartışırız. En azından, yeni rejimi sermaye sınıfının “herhangi bir” iktidarı ya da temsilcisi saymayalım, yeter…

Sol-sosyalist mücadele açısından ise şu mesajın çıkarılması bile yeterli olacaktır: Sosyalizm belirli bir eşiği aşacak kadar güçlendiğinde, bugünkü rejime son verilmesi yöndeki çabaların etkisi yalnızca rejimin kendisiyle sınırlı kalmayacak, mevcut düzenin o rejime mündemiç (içerilmiş) daha yapısal pek çok bozukluğu da apaçık ortaya çıkacak, geniş kesimlerin gündemine girecektir.