“Kayıp nesil” için bir not
Tamam, “dogmatizme” kapılmayalım, dünyanın ve ülkenin durumuna ilişkin “yeni” şeyler söyleyelim; ama bunları yaparken ya “şeytana uyup” kimi vazgeçilmez doğrularımızı ve ilkelerimizi de unutup gidersek?
“Gençlere” kulak vererek başlayalım:
“Mevcut sosyalist yapıların yeni dünya düzenine yeni politikalar geliştirememesi biraz bu yapılara egemen olan eski kuşak sosyalistlerin dogmatik tutumlarıyla alakalı görünmektedir. Yukarıda bahsettiğim sosyalist mevzilerin birer birer kaybedilmesini yaşayan eski kuşak sosyalistler içgüdüsel olarak ellerindeki argümanlara sıkı sıkıya tutunmuş ve herhangi bir eleştiriyi bu argümanlara düşmanca bir tutum olarak görmüştür. Hepimiz siyaseti geleneksel olarak belirli bir birikimin üzerine öğreniyoruz.” (Utku Ulaş Topaç, “Kayıp Nesil”den Notlar, Haluk Yurtsever’e Armağan, Direngen Komüniste Yazılar içinde, İleri Kitaplığı, 2021, s. 224).
“Eski kuşak” sosyalistlerden biri olarak yukarıdaki tespite büyük ölçüde katıldığımızı belirtelim. Bununla birlikte, “küçük” bir şerhimiz de olacak.
Ancak, konuya tam girmeden şu “eski kuşak” kavramını kendimizce açmaya çalışalım: “Eski kuşak” dendiğinde akla daha dar anlamıyla önce 47’liler, sonra da 57’liler geldiğinden kapsamı biraz genişletip “40’lı yıllardan başlayarak 1960’lara kadar herhangi bir yıl dünyaya gelmiş olanlar” diyelim.
Sosyalist siyasetin demografisi açısından böylesinin daha doğru olacağı kanısındayız. Çünkü aradan yıllar geçtikçe daha önce “ayrıksı” konumlarından söz edilebilecek kuşaklar pek çok özellik açısından kaynaşmakta, böylece daha sonrakilerden hep birlikte ayrışmaktadır. Örneğin bugün, kimi nüanslar dışında 47’lilerle 57’lilerin apayrı kuşaklar oluşturduklarını söylemek pek mümkün değildir.
***
Evet, eski kuşakların “içgüdüsel olarak ellerindeki argümanlara sıkı sıkıya tutundukları ve herhangi bir eleştiriyi bu argümanlara düşmanca bir tutum olarak gördükleri” doğrudur. Ancak, bu doğruyu dile getirirken çok “özel” bir deneyimin ıskalanması da mümkündür. Bizce eski kuşakların “ateşle imtihanında” asıl kritik tarihsel uğrak ne 12 Mart 1971 ne de 12 Eylül 1980 sonrasıdır; 1990’lara damgasını vuran ve önüne çeşitli “postların” konabileceği liberal saldırıdır.
Iskalanmaması gereken gerçek ise şudur: 1990’lardaki liberal saldırının göğüslenip bir anlamda püskürtülmesinde, eski kuşaktan sosyalistlerin, topyekun “içgüdüsel” ve “dogmatik” denemeyecek, az çok bir birikime ve formasyona dayalı dirençleri de çok önemli bir rol oynamıştır.
Kişi, çevre, örgüt, vb. adı vermek istemiyoruz; meraklısı, geriye dönüp 1990’lı yıllarda ağızlarda dolaşan kimi “yenilik” ve “yenileşme” söylemlerinin içeriğine ve bunlara kimlerin karşı çıktığına bakabilir.
Buraya kadar “tamamsa” ötesinde de anlaşabiliriz.
***
Baştaki alıntının yazarıyla üzerinde anlaşabileceğimiz, başka kimi kesimlerle ise anlaşmamızın mümkün görünmediği tespit söyle: 1990’lı yılların neoliberal saldırısına direnebilen sosyalistlerin tamamı olmasa bile önemlice bir bölümü “bu işi” çok sevmiştir; “bu işte” belirli bir başarıya ulaşıldığı düşünüldüğünden (ki büyük ölçüde böyledir) “hep öyle kalsın” istenmektedir. İnsanlar, 1990’lara özgü liberal saldırının aynı şiddetiyle devam ettiğini, bu saldırının göğüslenmesinin başka her şeyi öncelediğini düşünsünler ve baş göğüsleyicilerin de hakkını versinler…
İstenen budur.
Sol kamuoyunun, on küsur yıl önce “yetmez ama evet” diyenler üzerinde tepinmekten hala büyük bir zevk alması da özünde benzer bir durum sayılmalıdır.
Zaman zaman “dogmatizm” gibi görünse bile bizce aslında o bile değil, bir tür kolaycılıktır, “insan en iyi bildiği şeyi yapmalı” deyişinin istismarıdır.
***
Şimdi işin bam teline geliyoruz.
Tamam, “dogmatizme” kapılmayalım, dünyanın ve ülkenin durumuna ilişkin “yeni” şeyler söyleyelim; ama bunları yaparken ya “şeytana uyup” kimi vazgeçilmez doğrularımızı ve ilkelerimizi de unutup gidersek?
Bu soru karşısında iki ayrı tutumun benimsenmesi mümkün görünüyor: En başa kendi doğrularımızı ve ilkelerimizi koyup sürekli bunların karşılığını aramak ya da pratik süreçlerin içinde bu doğruları ve ilkeleri yeniden ve yeniden üretip doğrulamak…
Bize doğru ve geçerli gelen yukarıdakilerden ikincisidir.
Üstelik bu yol, ilk yolu seçenler için de belirli kolaylıklar sağlayacaktır: İşin daha en başında masaya ilmihal koymak yerine söylenen “yeni” şeylerin ilkelerimize ve doğrularımıza nerelerde ters düştüğünü göstermek daha ikna edici olmaz mı?
O zaman, hadi bakalım, kolay gelsin…