Ben kim miyim?
Adım Akıl, Üst Akıl… (burası, “Adım Bond, James Bond” gibi söylenecek).
İşim, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin bekası ve dünya hegemonyası adına bölgelere ve ülkelere yönelik şeytani planlar hazırlamak, bu planların oyuncularını ısındırıp tava getirmek ve sonra da sahneye sürmektir.
Bu işlerde öteden beri ustayımdır. Ustalığımın kimi örnekleri geniş bir çevrede bilinir. Ama hepsi değil…
1918’den sonra Türkiye Avrupalı emperyalist ülkelere diklenmeye kalkmasın, başka şeylerle oyalansın diye Yunanlıları Anadolu’ya çıkaran benim. Sonra, aynı ülkede 56 yıl sonra AKP gibi bir partinin iktidara gelmesi için 1946 yılında çok partili rejime geçişi benim sağladığımı, yani bu kadar uzun vadeli hesaplar yaptığımı herkes bilmez. Demokrat Parti’nin aşırılıkları yüzünden ülkenin komünizmin kucağına düşmesini önlemeye yönelik 27 Mayıs ihtilalinin perde arkasında benim oluğumu da…
Neyse, bütün sırlarımı burada ifşa edecek değilim…
Ama gene de Türkiye’de Üst Akıl olarak benim dahlimin hiç olmadığı, yani sadece şu “iç dinamik” denilen şey sonucu ortaya çıkan önemli gelişme arıyorsanız pek bulamayacağınızı bilin yeter.
Ne? 2013 Haziran direnişi mi?
Düğmeye basan kim sanıyorsunuz?
İsteyen “toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu” düşünsün. Aslında belirli bir gerçekliği vardır; ama bu mücadelelerin bir yerinde; diyelim başında, ortasında ya da sonunda devreye ben girerim ve sonuçta benim istediğim olur. Futbol nasıl İngilizlerle Almanlar arasında oynanan ve sonunda hep Almanların kazandığı bir oyunsa, son yüz yılın tarihi de sonunda benim dediğimin olduğu toplumsal-siyasal mücadeleler tarihidir.
Gene de itiraf etmeliyim: Üst Akıl olarak 1917, 1949 ve 1959 yıllarında üç başarısızlığım vardır.
Bu kadardır ve bundan sonra olacağını sanmıyorum.
Sanmıyorum; çünkü sosyalist sistemin çöküşünden sonra daha bir ustalaştım. Eskiden dangıl dungul gider, sadece sağdaki oyunculara yatırım yapardım. Artık böyle yapmıyorum. Yani daha önceleri ne olur ne olmaz diye ürküp pek bulaşmadığım solu da oyuncu kadroma katmış bulunuyorum.
Hatta başrol verdiğim bile oluyor.
Yunanistan’da Syriza nasıl iktidar oldu dersiniz?
Bu arada sol kültürümü epey ilerlettiğimi tahmin edersiniz. Mecburdum; çünkü emperyalist-kapitalist sistem ve sermaye sınıfı adına geliştirdiğim planların sola da hitap etmesi, onu da peşine takması gerekiyordu. Bunu da kimi sol söylemlere başvurmadan, solun ağzına bir parmak da değil çorba kaşığıyla bal çalmadan yapamazdım.
Bundan sonra da yapamam…
Bu nedenle artık sürekli sol çalışıyorum.
Ancak benim için hayli yorucu ve zorlu olduğunu söylemeliyim. Eskiden daha kolaydı: Allahsızlar, dinsizler, imansızlar, eli kanlı komünistler, demokrasi düşmanları, kızıl çarlar türü edebiyatla işi pek güzel idare eder, oyuncularımı bunlarla harekete geçirirdim. Şimdi böyle değil. Solu tongaya düşürmek için bu heriflerin teorisini, özel hassasiyetlerini, özlemlerini ve taleplerini iyi bilmem, bunların her birine karşılık verdiği izlenimini yaratacak tezgâhlar kurmam gerekiyor.
Peki ya “bari işimi iyi yapayım” derdine fazla düşüp sonunda ben kendim de solcu oluverirsem?
Öyle ya, kurduğum tezgâhta sol düşüncenin bin bir türlü incelik ve hassasiyetini massedeceğim diye işi şirazesinden çıkarmak gibi bir olasılık da var…
Yaptığım iş bu açıdan risklidir.
Kendi kendime iş güçlüğü ve riski zammı vermem de yetmez.
Bereket karşımda ciddi bir rakip var, beni o dizginliyor. Evet, Üst Akıl olarak karşımda Rakip Akıl var. Onun da aklı fikri oyunda, tezgâhta, komploda falan olduğu için her hamlemi önceden tartıp karşılığını verebiliyor ve böylece ben de solun iğvasına kapılmadan aslıma rücu edebiliyorum.
Aramızdaki mücadele iki büyük ustanın satranç karşılaşmasına benziyor.
1972 yılındaki Fischer-Spassky satranç karşılaşmasına “asrın maçı” derlerdi.
Bizimkine de 21. yüzyılın karşılaşması diyorlar.
Bu sefer mekan İzlanda değil Türkiye.
Bizi izlemeye devam edin…