“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…”
Bu ülkede son birkaç on yıl içinde gelişigüzel kullanılarak inandırıcılık erozyonuna maruz bırakılan deyişlerin başında gelir. Ancak, bu kez daha ciddiye alınması gerektiği kanısındayız.
“İşte, bunu demenin tam sırası”, “nihayet günü geldi”, “meğer virüs salgınını bekliyormuş” gibisinden uçuş pozisyonlarına geçecek değiliz. Ama son salgının ortaya koyduklarının ve ufukta görünenlerin, dönem kapatma/dönem açma başlığında bizleri daha donanımlı kıldığı da bir gerçek.
Daha açık konuşursak, geniş aralıkta alındığında 1970’lerin sonunda, dar aralıkta alındığında ise 1990’ların başında başlayan bir dönemin 2020 yılı başında kapandığını söylemek mümkün görünüyor. Ortada hiçbir şey yokken COVID-19’la böyle olduğunu söylemiyoruz. Çok şey birikmiş, çok alametler belirmişti… Salgın, bir tür coup fatal (öldürücü darbe) oldu, bin ayıbı örten ve hiç de “mistik” sayılamayacak tülleri aradan kaldırdı…
Kısacası, serbest piyasa ekonomisinin, özelleştirmelerin ve küçülen devletin faziletlerinden küreselleşmenin nimetlerine, ulusal sınırların kalkmasıyla halkların ve kültürlerin kaynaşacağı söylemlerinden “Aydınlanma despotizmine” ve “bilim fetişizmine” yönelik salvolara kadar nesi varsa bir dönem artık kapanmıştır.
Peki, iyi mi olmuştur?
Bizce kesinlikle iyi olmuştur. Bu kesinlik, kapanan dönemin yerine gelecek yenisine yönelik sarsılmaz bir umuttan, iyimserlikle belirlenmiş bir determinizmden kaynaklanmamaktadır. Kaynağında, sadece belirli bir tarih anlayışı vardır: Tarihin kendisi, olumsuz bir dönemi yerine olumlusu ve iyisi gelsin diye kapatmaz; açılacak dönemin niteliğini de tarihsel öznelerin eylemleri belirler. Bir dönemin kapanmasının olumlu yanı, tarihsel bir özne sayılması gereken sosyalistlere farklı ortamlarda “tazelenmiş” bir başlangıç/devam için imkânlar sunmasındadır.
Ne var ki “tarihsel özneler” sadece sosyalistlerden ibaret değildir…
Başkaları da yeni dönemin başında kendilerince bir muhasebe yapacak, belki kimi “simülasyonlara” yönelecektir.
***
Başka ülkeler için ne kadar geçerlilik taşır, bilemeyiz; ama adına ister “düzen”, ister “devlet” , ister “egemen sınıf”, ister “Saray Rejimi” deyin işte o “öznenin” son dönemde yaşananlardan kendince belirli sonuçlar çıkaracağını söyleyebiliriz.
Bu sonuçların bir kısmının “muhalif “ kesimin böyle durumlarda nasıl düşüneceğine, ne yapacağına ve nelere eğilim göstereceğine ilişkin olacağı da kesindir.
“Madem bu kadar kesin konuşuyorsun örnek ver” denecektir, veriyoruz:
Sonuç 1: Muhalif kesimin biri insani diğeri siyasi iki gözü varsa, bu tür dünya-ülke ölçeğindeki krizlerde insani gözle bakışın siyasi gözü kör edeceği belli olmuştur. Muhalefet, insani gözle bakarken siyasi, siyasi gözle bakarken de insani gözünü kullanmayı becerememektedir. O zaman fırsat bulup insani meseleler ortaya atılmalı ki muhalefet siyaseten körleşsin. “Milli meselelerden” bile daha etkili olmaktadır…
Sonuç 2: İnsanlar, muhalif de olsalar, can derdine düştükleri durumlarda kendilerine makul ve aklı başında görünen ne varsa ona bakıp başka her şeyi unutmaya eğilimlidirler. Örneğin “biz” yarın bir punduna getirip İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerini yenilesek ve aday olarak Fahrettin Koca’yı çıkarsak büyük ihtimalle kazanır (Not: Türkiye’nin salgını asgari kayıpla atlatması durumunda).
Sonuç 3: İnsanlar, muhalif de olsalar, bu tür durumlarda kendilerine aslında kendisi gibi, kendi konumunda olanlardan “düşman” seçip onlara yüklenme eğilimi sergilerler. Bunun “normal” zamanlarda Türk emekçisinin Kürt emekçisine ya da mülteci konumundaki emekçiye düşmanlığı şeklinde tezahür edebileceğini zaten biliyorduk. Şimdi aynı “düşman arama” potansiyelinin orta sınıf-aydın muhaliflerde de olabileceğini görmüş buluyoruz; ileride işimize yarar.
***
Sizce, “karşı tarafta” bunları düşünenler hiç mi yoktur?
Biz olduğu kanısındayız; bu nedenle yazdıklarımızın “hırsıza yol gösterme” sayılamayacağını düşünüyoruz.