Kar: Yeni kuşak sinemacılardan dikkate değer bir film daha

Geçen hafta yapılan 50. SİYAD Ödül Töreni’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo dahil ödüllerin çoğunu orta kuşak sayılabilecek, deneyimli sinemacılarımızdan Reha Erdem ve Pelin Esmer’in filmleri toplamış olsa da (*) öte yandan En İyi Film başta olmak üzere pek çok daldaki beşer adaylığın üçünün genç yönetmenlerin ilk filmlerine ait olması, yerli sinemamımızın bağımsız mecrasında yeni kuşağın günümüzdeki yadsınamaz, kaydadeğer ağırlığının göstergesiydi. Genç sinemacılardan dikkat çekici “ilk filmlerin” çıkması sürecinin bir halkası olarak geçen yıl Türkiye prömiyerini yaptığı 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde bu satırların yazarı dahil pek çok eleştirmenin ve sinemaseverin takdirini toplamış olan Kar sonunda dün (Cuma) Başka Sinema zinciri üzerinden sınırlı ölçekte de olsa, beş şehirde toplam 22 salonda ve ne yazık ki bu salonların çoğunda günde yalnızca birer seansta, gösterime girebildi.

Emre Erdoğdu’nun yazıp yönettiği ve gerek kamera önünde, gerekse kamera arkasında yine genç isimlerin yeraldığı Kar, bu haftanın açık ara en iyi yerli filmi, hatta kanımca ilk üç ay itibariyle şimdilik bu yılın en iyi yerli filmi. Kar, son derece dinamik bir anlatıma sahip bir film; Kot Farkı (2017) adlı mükemmel kısa filmiyle tanınan genç sinemacı Ayris Alptekin Kar’daki kurgu çalışmasıyla Adana’da En İyi Kurgu Ödülü’nü kazanmıştı. Çoğu lise son sınıf öğrencisi olan ancak zamanlarını serserilik yaparak geçiren bir grup genci mercek altına alan filmin odağında lisede okurken annesiyle birlikte yaşayan, evlilik-dışı bir ilişkiden doğmuş Müzeyyen adındaki genç yeralıyor. Gündüzleri sokaklarda dilencilik ve mağazalarda hırsızlık, geceleri ise bekar evlerinde tekno müzik eşliğinde uyuşturucu kullanıp seks yaparak zaman geçiren Müzeyyen ve arkadaşlarını, filmin en başında kıskançlık krizi içinde sınıf arkadaşlarına şiddet uygularken gördüğümüz için “lisenin zorbaları” minvalinde itici karakterler olarak algılıyoruz önce. Erdoğdu, bu karakterleri film ilerledikçe izleyiciye yakından tanıtarak onlarla özdeşleşme değil ama belki belli ölçülerde empati kurulmasını, daha doğrusu onların tek boyutlu ‘serseri’ kimliklerinin ötesinde birer ‘insan’ olarak algılanmalarını sağlıyor. Bunda senaryonun yanısıra, Müzeyyen’i canlandıran Hazar Ergüçlü ile bu arkadaş grubunun liderini canlandıran Halil Babür başta ama yan rollerdekiler dahil olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun üstün performanslarının da payı var.

Kar, ilk bakışta doğal olarak itici gelen karakterlerle izleyicin empati kurmasını sağlarken, onların içlerinde bulundukları yaşam biçimini ne ahlakçı biçimde damgalıyor, ne de bu yaşam biçimini idealize ediyor ve bu açıdan son derece zor bir dengeyi esaslı biçimde tutturmayı başarıyor. Öte yandan bizzat Müzeyyen’in de ağzından ifade edildiği üzere filmde “saygı duyulası” karakter olarak Müzeyyen’in arkadaşlarından birinin Mahir isimli siyasal aktivist ağabeyi işaret ediliyor. Nitekim anlatının gelişme bölümünün sonlarına doğru Müzeyyen de bu hayat tarzından çıkış çabası olarak anlamdırılması mümkün bir adım atıyor.

Ancak tam da bu noktanın akabinde, adeta Müzeyyen’in bu kararının katarsisi içinde istenmeden bir başka gelişme yaşanıyor ve bu gelişmenin ardından film konvansiyonel bir modda noktalanıyor. “Konvansiyonel bir moddan” kastım, Müzeyyen’in sözkonusu olayın ardından, örneğin bu olaya rağmen yıkılmayacağının imlenmesi yerine kasvetli bir havada -iyimser bir yorumla ise belki açık uçlu biçimde- noktalanması.

Kar’ın yaratıcı ekibine yönelik bir diğer, farklı bir eleştirim ise filmin afiş(ler)i hakkında. Kuşkusuz bir(er) tablo gibi duvara asmak isteyebileceğimiz güzellikte çalışma(lar) sözkonusu. Ancak dingin bir renk paleti içinde huzur içinde uyumakta olan genç bir kadının resminin Kar’ın ayrıksı konusunu, ayrıksı içeriğini, ayrıksı dinamizmini ve en önemlisi ayrıksı atmosferini yansıtmaktan uzak olduğu da bir başka gerçek (benzer bir durum geçen yılın benim nezdimden en iyi filmi olan Kaygı’nın Türkiye vizyon afişi için de sözkonusuydu ne yazık ki). Tanıtım konusunda zaten çok sınırlı olanaklara sahip bağımsız sinemacılarımızın bir filmin gerek sosyal medyada, gerek bizzat sinema fuayelerinde izleyiciyle buluştuğu ilk yüzü olan afiş konusunda daha nokta vuruşu çalışmalara yönelmeleri gerekiyor kanımca.

 

Çocuklar Sana Emanet, Gerçek Kesit: Manyak ve Velayet

Anaakım popüler sinemamızın en kalburüstü yönetmenlerinden Çağan Irmak, bu hafta vizyona giren yeni filmi Çocuklar Sana Emanet’te yine melodram sayılabilecek bir anlatıyı bu kez fantastik bir öykü içerisinde perdeye aktarmış ve bu yönelim içinde eli yüzü düzgün bir çalışma ortaya koymuş. Üstelik, filmde başkaraktere musallat olan doğaüstü canavarın kimliğine dair muammanın çözümünü ele vermeden ifade edebileceğim kadarıyla Çocuklar Sana Emanet’in sinemamızda şimdiye dek büyük ölçüde es geçilen bir sorunu perdeye getiriyor olmasını da takdire şayan buluyorum (bu konuda yakın dönemden anımsadığım tek ve daha cüretkar örnek doğrudan korku janrındaki Gassal’dı [2015]). Öte yandan filmdeki özel efekt çalışması başarılı olsa da Kabuslar Evi (2006) dizisi üzerinden korku janrına yabancı olmadığını bildiğimiz Irmak’ın Çocuklar Sana Emanet’teki gerilim/korku/dehşet sahnelerinin daha fazla hakkını vermiş olmasını bekler ve arzu ederdim.

Özellikle son dönemde konvansiyonel sinema kalıplarının dışında çalışmalar yapma yönelimi içine giren Onur Ünlü, başroldeki Cahit Kaşıkçı’nın yazdığı senaryodan çektiği Gerçek Kesit: Manyak’ta kitsch estetikten “trash estetiğe”, Savaş Arslan’ın adlandırmasıyla “tapon” filmlerin estetiğine, kayan bir noktaya varmış. Bir zamanların Gerçek Kesit adlı televizyon programının (parodik?) sinema uyarlaması olan filmdeki mizah tarzına kendimi yakın hissetmesem de sokakta, işyerinde tesettürlü arzı endam eden genç bir kadının evinin dört duvarları arasında ayak tırnaklarına kırmızı oje yapan, radyodan çalan müzik eşliğinde çocuğuyla dans eden bir karakter olarak perdeye gelmesini ilginç bulduğumu kaydedebilirim.

Haftanın en iyi yabancı filmi ise Mars grubunun sanat filmlerine tahsis ettiği toplam oniki salonda günde iki-üç seans üzerinden vizyona giren Fransız yapımı Velayet (Jusqu’a a la garde, 2017). Geçen yılki Venedik Film Festivali’nde Xavier Legrand’a En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren Velayet, kocasından ayrılmış bir kadının çocuklarını şiddete eğilimli bu adamdan uzak tutma çabasını öyküleyen, yer yer gerilim düzeyi yüksek bir dram.

(*) http://ilerihaber.org/icerik/siyad-odullerine-kadina-siddet-ve-cocuk-istismari-damga-vurdu-82939.html