Kadının Adı Yok: Huzursuz, inatçı, oyunbozan okumalar-1
Güncelliği neredeyse hiç eskimemiştir diyebiliriz Kadının Adı Yok’un. Nitekim bugün çocuğunu okula “erkeklerle karşılaşmasın” diye göndermek istemeyen babaların iktidarı ile karşı karşıyayız. Çocukların “cinsel nesneleştirilmesini” doğal bulan, bu yüzden yalıtılması gerektiğine inanan yobazların iktidarı.
Günümüz Türkiye’sinin siyasi iklimine, her gün bir yenisiyle karşılaştığımız kadın düşmanlığı üzerinden baktığımızda temel düzeyde saldırılar görüyoruz. Öyle ki hemen her hafta kendimizi, kız çocuğunun “evlendirilemeyeceğini” ya da “küçüğün rızası” diye bir şeyin olamayacağını anlatırken buluyoruz. “Mağdur ve gözü yaşlı” erkeklere nafaka anlatıyoruz, 6284 gibi kadını şiddetten koruyacak yasaları hedef alanlara “erkek şiddetini” anlatıyoruz. Daha geçen hafta “ayrı kız okulları açma” niyetlerini belli ettiler.
Kısacası karşımızda öyle bir tablo var ki şeriatçısından sıradan faşistine rejimin tüm kanatları en basit olana, en temel olana saldırmak konusunda ağız birliği yapmış durumdalar.
Bu nedenle bugünün Türkiye’sinde en basit ve temel olandan başlayarak kadınlığı bir isyan bayrağı olarak açmak hiç olmadığı kadar önemli hale gelmiştir. Bir anlamda karanlığa karşı bir tür Aydınlanma dalgası oluşturmak ve “kültürleşmek” gerekli. Eğer böyleyse, günün keşmekeşine inat, yaşamımızdaki ilk huzursuzlukları, isyanları, oyunbozanlıkları hatırlamak, bir kez daha bizi biz yapan şeylere, öz kaynaklarımıza dönmek, izleri sürüp yolu bulmak için iyi bir zamandayız.(1)
Bu anlamda örneğin Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok’u “basite, temele dönüş” çağrımızın ilk basamağı olarak önemli.
Kadının Adı Yok’u onyıllar sonra tekrar elime aldığımda bırakayışım da bu temelle ilgili olmalı diye düşünüyorum. Geçmişin tüm sayıklamaları zihnime doldu. Ve hatta “bizim analarımız da küçük yaşta evlenmiş” diyerek çocuğa tacizi meşrulaştıranların, ayrı kız okullarından söz edenlerin “kız çocuklarına” bu kadar kafayı takmaları daha bir anlamlı göründü.
Peki “kız çocuğu olmak” nedir?
Sen tüm dünyayı kucaklamak isterken, kendini, küçük bedenini oyunlar içinde hayata sunmak, hoplayıp zıplamak, gezip tozmak isterken, dünyanın yavaş yavaş niyeti sana doğru bozmasıdır “kız çocuğu olmak”.
Duygu Asena bize bunları hatırlatır. Oyun oynarken eteğimiz açılmasın. Fazla bisiklete binmemeye ya da ağaçtan, duvardan oğlanlar gibi atlamamaya dikkat edelim. Oradaki zarın yırtılmaması önemli!
Kız çocuğunun hareketinde hep bir kısıtlanma olur. O, dünyaya gönlünce uzanıp, neşeyle salınamaz. Memenin büyümesi utanç yaratır mesela, kamburluk olur çocukta. Yıllar yılı hareketi sınırlanmış kız çocuğu eğer varolacaksa, kabuklu bir böcek gibi içine doğru katlanmayı da öğrenecektir. Simone de Beauvoir’ın perspektifiyle ifade edersek kız çocuğunun “aşkınlığı” düzenli olarak engellenir.(2)
Nitekim bize yanaşacak bazı adamların, saçımıza yapışacak karanlık solukların ve üstümüzde gezinecek kurtlu gözlerin tehlikesini, en safımız bile on yaşına kadar öğrenmiş olur. “Kız çocuğu olmak” budur. Bu nedenle kız çocuğu, varlığının azımsanamayacak bir bölümünü suçluluk ve utanç duygularıyla doldurur.
Sandra L. Barkty’nin kadınların bilincinde bir “utanç modundan” bahsetmesi boşuna değildir.(3) Utanç içimize işler, özneliğimizi engeller, kapasitemizi sınırlar. Öyle ki yaşamı boyunca cümlelerini özür kipinde kuran kadınların, çok çalışıp uğraşsa da yaptığı işten asla emin olamayanların, kürsüye çıktığında, topluluk önünde konuşurken, titizlikle aldığı notlara bakarken dizleri titreyenlerin bu “içselleştirilmiş utançla” mesaisi hiç bitmez.
Üstelik böyle olması, mutlaka travmatik bir çocukluk yaşamakla ilgili değilidr, ataerkil bir dünyada bir zamanlar “kız çocuğu olarak var olmak” yeterlidir.
Kadının Adı Yok’ta karşımıza çıkan budur. Apış aramızdan çıkıp ruhumuza sinen “utancın” ilk adımlarını hissederiz. Adet görmenin, oğlan çocuklarının sünneti gibi düğün olarak kutlanması gerektiğini düşünen çocuk, ilk kez çamaşırındaki kanı gördüğünde utanç ve suçluluk duygusuyla cebelleşir.(4) (s.25)
Kızlar fısır fısır konuşur dururlar bu konuyu: “Babam diyor ki kadınlar kanadığı için ve çocuk doğurdukları için işlerinde başarılı olamazlar...işe girdiğim zaman kanayan bir kadın olduğumu saklamalıyım” (s.26)
Asena’nın çocuk kahramanları, evin dışındaki dünyadan kopartılmanın yalnızca kız oldukları için kendilerine yapılmadığının farkındadır: “Annemi düşündüm, her gittiği yerden eve koşa koşa kan ter içinde gelişini, üstüne bir şey almak için yalvar yakar oluşunu” (s.45)
Asena, okutulmak istemeyen kız çocuklarının, baba dayağından kaçmak için erkenden evlenenlerin, aşk ve evlilik masallarının, kocasıyla “sevişirken” bir kez bile “gelemeyenlerin” hikayesini sunuyor. Adamlara, babalara, abilere, kocalara, sevgililere, müdürlere, şeflere, erkek meslektaşlara karşı sürekli savaş vermek zorunda olan biz kadınları anlatıyor.
Güncelliği neredeyse hiç eskimemiştir diyebiliriz Kadının Adı Yok’un. Nitekim bugün çocuğunu okula “erkeklerle karşılaşmasın” diye göndermek istemeyen babaların iktidarı ile karşı karşıyayız. Çocukların “cinsel nesneleştirilmesini” doğal bulan, bu yüzden yalıtılması gerektiğine inanan yobazların iktidarı.
Dolayısıyla bugün, kadınların, kız çocuklarının özgürleşmesi hiç olmadığı kadar bir iktidar meselesine dönüşmüştür. Her türden ataerkinin militanlığına soyunmuş bir rejimin, en temel eşitlik değerlerine saldıran bir rejimin karşısında “kadınlık” devrimci bir dinamik olarak yükselmek, türlü “duyarlılık” ve aktivizmlerle buharlaştırılanı katılaştırmak zorundadır.
Kaynaklar ve notlar
1-Önümüzdeki haftalarda temel okumalarla güncel siyasete bakmaya çalışacağız. Bu ilk okumayı Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’i ile devam ettireceğiz.
2- Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet (1. Cilt) , Çev. Gülnur Acar Savran, Koçkam (2019), s.64
3- Sandra L. Barkty, Femininity and Domination, Routledge (1990), s.84
4-Duygu Asena, Kadının Adı Yok, Doğan Kitap, Ağustos 2011, sayfa numaraları belirtilmiştir.