Sıkça tekrarladığımız yerleşik bir tespitle başlayalım: Sınıf hareketi ile (sol) aydının konumu, arayışları ve şekillenişi iki ayrı kanaldır. Aralarında elbette etkileşim vardır. Dahası, bunlardan ilkinin ikincisini çok büyük ölçüde belirlediği uğraklar da olur. Ancak gene de aydının sınıf hareketinden şu ya da bu ölçüde bağımsız yönelimlere sahip olduğunu kabul etmek gerekir.
Bir de, özellikle Türkiye bağlamında, “aydın” derken ince eleyip sık dokumadığımızı söyleyelim. Bir dönem olduğu gibi “zinde güçler” demesek bile bu ülkede eğitimli, okuyan, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelere ilgi duyup anlamaya çalışan kesimi kastettiğimizi baştan belirtelim.
Gençler, öğrenciler dâhil…
Evet, hiç çekinmeden söylemek gerekir: “Küçük burjuva aydınlardan” söz ediyoruz.
***
Şimdi, yukarıdaki tanımı biraz daha daraltıp “sol-sosyalist aydın” dersek dünya-tarihsel planda iki dönemin net biçimde ayrıştırılabileceği kanısındayız: 19. yüzyıl ortalarında Marksizm’le birlikte 1917 Devrimi’ne kadar uzanan dönemin aydını, sonra da Ekim Devrimi ile başlayıp sosyalist sistemin çöküşüne uzanan dönemin aydını.
Yani, 19. ve 20.yüzyılların sol-sosyalist aydınları…
Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte sahneye çıkan küreselleşme liberalizmi, sol-sosyalist aydını derinden etkilemiş, bir kesimi çözmüş, dağıtmış ve savurmuştur. Ancak, yaklaşık çeyrek yüzyıl böylesine derin bir etki yaratan küreselleşme liberalizminin kendisi artık çökmüş durumdadır.
“Tezimiz” ise şudur: Küreselleşme liberalizminin çöküşü, kapitalizmin kendini sürdürmesine yarayan ideolojik-siyasal yapılanmalar açısından bir interregnum değildir. İnterregnum ya da “fetret”, iki yerleşik-oturmuş yapılanma arasındaki geçici bir boşluk dönemine işaret eder. Oysa bugün dünya kapitalizmi yeni bir yerleşiklik-oturmuşluk dönemine geçişin değil, böyle bir döneme ilişkin herhangi bir kurgunun, hatta tahayyülün bile olmayışının sancılarını çekmektedir.
Nedeni, küreselleşme liberalizminin, çökerken kendi kökenlerini, kendi tarihsel uğraklarını ve müktesebatını da büyük ölçüde tahrip etmiş olmasıdır. Klasik burjuva demokrasisini, parlamenter-temsili demokrasiyi vb. kastediyoruz. Dolayısıyla, küreselleşme liberalizminin bir dönem diline doladığı sivil toplum ağırlıklı, ademi merkeziyetçi, özerklikçi, “yeni” ya da “ileri” demokrasi gibi söylemlerin gerçek karşılığının kalmaması bir yana, geçmişte kalan ne varsa onlar da tahrip olmuş, en azından ciddi erozyona uğramıştır.
Bunlara yeniden dönülerek ya da yepyeni düzenlemelerle bir başka istikrar dönemine ulaşılamayacağı için kapitalizmin bugün bir interregnum yaşadığından söz edemiyoruz.
***
Buna karşılık, kapitalizmin az önce kısaca anlatmaya çalıştığımız durumundan farklı olarak, kapitalist dünyanın sol-sosyalist aydınının bir interregnum döneminden geçtiğini söyleyebiliyoruz.
Kısacası, kapitalizmin değil, sol-sosyalist aydının interregnumu söz konusudur diyoruz.
Çünkü kapitalizmin kendisinden farklı olarak, sol-sosyalist aydınların savrulup gidenler dışında önemlice bir bölümü, ayrıca sosyalizmin yeni kuşakları, bir mirastan, önceki iki dünya-tarihsel dönemin birikiminden (her şeye rağmen) kopmamıştır. Kopmamıştır ama, bu birikimin, bu mirasın günümüzde yeniden üretiminin sancılarını çekmektedir.
İnterregnum, sol-sosyalist düşüncedeki bu sancılarının adıdır.
Yepyeni ya da salt Türkiye’ye özgü bir şey söylemiyoruz: Örneğin Engels’in ölümünden, 1895 yılından başlatırsak, 1917 Ekim Devrimi’ne ve Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna (1919) uzanan dönemi de batıdaki sol-sosyalist aydının ve düşüncenin interregrumu olarak değerlendirebiliriz.
Yaklaşık çeyrek yüzyıl süren bu interregnumun ardından, taşlar yerine oturmuştur. Nasıl oturduğu, tam yerine oturup oturmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
***
O zaman, şunu söylemiş oluyoruz: Türkiye solunda, kendi interregnumunu “çağımız ulus devletlerin yeniden yükseliş çağıdır” tespitiyle kapattığını sanan milliyetçilerle, olmayacak duaya âmin demekte ısrarlı “sol” küreselleşme liberalleri giderek marjinal konuma düşerken, sol-sosyalist düşüncenin diri ve sağlıklı unsurları kendi interregnum dönemlerini artık kapatmalıdır.
Kritik nokta ise, bu dönem kapatma işinin “yıkılmadım ayaktayım” nidalarıyla, nostaljik yanı ağır basan güzellemelerle, kime ne yararı olduğu iyice meçhul hale gelen birtakım ritüellerle, ad ve miras kavgalarıyla gerçekleşemeyeceğinin görülmesidir.
Peki, ne gerekiyor, ne yaparsak “olur”?
“Miras” nasıl yeniden üretilir?
Bu da başka bir yazının konusu olsun…