Günümüz dünyasında kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik, yani düzen içi iki başat eğilimden ya da çizgiden söz edebiliriz: Küreselleşme milliyetçiliği ve liberalizm.
Bunlardan tam olarak neyi kastettiğimiz sorulacaktır; açıklamaya çalışalım.
Küreselleşme milliyetçiliği, kendi içinde ırkçı, faşizan ve faşist eğilimleri de barındırmak üzere ulus devlet milliyetçiliği olarak boy göstermektedir. Küreselleşme, emperyalizmden farklı, ondan daha “ileri” bir aşama değil, bildiğimiz emperyalizmin dünya ölçeğindeki yeni eklemlenme biçimidir. Özelliği, sermaye birikim ve dolaşım süreçlerinin sınır tanımayan, tam anlamda uluslararası ölçekte gerçekleşmesidir.
Küreselleşmenin bu özelliğinin gerektirdiği iş bölümü, iş bölümüne rağmen ve onunla birlikte sürüp giden kıyasıya rekabetin getirdiği alan/avantaj kaybı, düşük ücret ve işsizlik gibi olgular hem sermayenin belirli kesimlerinde hem de emekçilerde çeşitli tepkileri tetiklemektedir. Göçmenlik, mültecilik ve “terörizm” gibi olgular bu tepkilerin daha da sivrilmesine yol açmaktadır. Sonuçta, tarihin geçmiş dönemlerinde ulus devletlerin kuruluşunda ve yerleşmesinde “ilerici” yönleri olabilen milliyetçilik, günümüzde yabancı düşmanı, ırkçı, faşizan ve faşist yanlarıyla öne çıkmaktadır.
Liberalizm ise ulus devlet milliyetçiliğinin işaret ettiği ve tepki gösterdiği olguları, bildiğimiz burjuva demokrasisinin sınırları ve kalıpları içinde ele alma yanlısıdır. Dile getirilen sorunların bu demokrasi çerçevesinde çözüme bağlanamasa bile “idare edilebilir” durumda tutulabileceğini kabul ettirme çabası içindedir.
***
Her iki çizgi de sonuçta kapitalizmin daha az sorunla/sorunların hafifletilmesiyle sürmesini sağlayacak yolları aramaktadır. Ancak bu ortaklık, iki eğilim arasındaki karşıtlığın gerçek/maddi bir temelinin olmadığı, kendi köşesinde keyif çatan sermaye sınıfının bir tür “görev dağılımı” yaptıktan sonra emekçi halkı uyutmak için bu iki çizgiyi bilerek birbiriyle çarpıştırdığı anlamına gelmez.
Konuya sosyalizm ve sosyalist mücadele açısından bakıldığında, sosyalistlerin bu iki çizgiden herhangi birine yanaşmama, birinden ya da öbüründen hayır beklememe zorunluluğu, iki çizgi arasındaki çekişmenin maddi temelden yoksun bir “oyundan” ibaret olduğu noktasına taşınmamalıdır. Ama hemen ekleyelim: Çekişme ne kadar “reel” temellere sahip olursa olsun, ortadaki durumun sosyalistlere dayattığı, hangisinin “ehveni şer” sayılabileceğine karar vermek değil her ikisini de karşıya alan, her ikisinden de bağımsız başka bir yolun savunulmasıdır.
Günümüzde bu zorunluluğu dayatan bir gerçekten daha söz edebiliriz: Görünür gelecekte, sözünü ettiğimiz iki çizgiden herhangi birinin diğerine kesin üstünlük sağlayıp kapitalizmin ideolojik, siyasal ve kültürel dünyasını kendine göre yeniden şekillendirme şansı yoktur. Çekişme, herhangi bir kesin sonuca bağlanmadan sürüp gidecektir. Dolayısıyla, “Yesinler birbirlerini, kim kazanırsa bizim işimiz asıl ondan sonra başlayacak” türü bir siyasal yaklaşımın hiçbir anlamı yoktur.
***
Sırada iki soru var.
Birincisi: Kesin üstünlük sağlayamasa bile iki çizgiden hangisi önümüzdeki dönemde görece güç kazanır? İkincisi: Dünya ölçeğindeki çekişme Türkiye için de geçerli midir; Türkiye’ye nasıl yansımaktadır?
Birinci soruya ilişkin: Küreselleşme milliyetçiliğinin, özellikle gelişmiş ve orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde söylem planındaki cazibesinde ve kitle desteğinde bir erozyon yaşayacağını sanmıyoruz. İktidara gelebilir, iktidardan gidebilir; ama günümüz kapitalizminin koşullarında gücünü ve etkisini artırma şansı görece daha fazla görünmektedir.
İkinci soruya ilişkin: Dünya ölçeğindeki çekişme, kuşkusuz kimi özel boyutlarla birlikte Türkiye’ye de yansımaktadır. ABD’dekine benzer kimi yanlar taşımak üzere Türkiye’deki gerici-dinci-milliyetçi birikim, küreselleşme milliyetçiliğinin Türkiye’deki hali olarak artık kemikleşmiştir; bu birikimi “merkez sağa” taşımak da mümkün görünmemektedir.
Peki, daha da güçlenebilir mi?
Sosyalizm bir alternatif olarak gücünü ve etkisini artırmadığı, iş bugünkü düzen muhalefetine kaldığı sürece güçleneceği kesindir; ancak bu güçlenme kendi alanında bir nicelik artışı olarak değil, bugün muhalefette görünen başkalarını kendine yakınlaştırma şeklinde gerçekleşeceğe benzemektedir.
Eskiden “merkez sağ” denilen konumun merkez neresiyse oradan çok daha sağa kaydığı, liberal düşünce ve siyasetin ise artık bir tür merkez sağ gibi konumlandığı açıktır.
Durum buysa sosyalistler ne yapıp edip “boş” görünen “merkez sola” oynama gibi bir siyaset anlayışından uzak durmalıdır. Kendi ayrı eksenini henüz kabul ettirememiş bir siyaset düzenin bıraktığı boşluklara oynadığında yakın komşusunun “merkez” bile değil sağ olacağını bilmelidir.