Diyelim bu ülkede yaşayan sıkı biri sosyalistsiniz.
Bir vesileyle, Norveç, İtalya, Japonya, Mısır, Güney Afrika ve Arjantin’den sizin gibi sıkı sosyalistlerle bir araya geldiniz. Bakın, “sıkı” dedik; bunların arasında öyle işi sulandıran, “yenilenmeci”, “hafiften liberal”, “post-Marksist” vb. hiç kimse yok.
Sohbeti koyulttunuz, saatlerce konuştunuz ve hemen her konuda anlaştınız. Ortaklaştığınız başlıklar neler olabilir? Herhalde dünyanın bugünkü gidişatı, kapitalizmin krizi, emperyalizmin planları, dünyadaki güç dengeleri, sosyalizmin bir alternatif olarak ağırlığını yeniden hissettirme fırsatları gibi şeyler olur.
Bunlarda ortaklaşılır, mücadele kararlılığı teyit edilir, enternasyonalizmin ve dayanışmanın önemi bir kez daha vurgulanır.
Bunların hepsi iyi de, bu ülkelerin her birinde verilmekte olan mücadelenin gerektirdiği özel bir ruh, kararlılık ya da motivasyon bu topluluktan çıkar mı? Bunda da ortaklaşılabilir mi?
Hiç mümkün değildir.
“Aaa neden olmasın ki…” diye hemen itiraz etmeyin ve benzer bir durumu başka bir tarihsel dönem için düşünün:
1900’lerin başıdır ve sıkı bir Bolşevik, Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerden gene sıkı yoldaşlarıyla bir araya gelmiştir. Diyelim her konuda anlaşılmış, kadehler kaldırılmıştır. Peki, gruptaki Bolşevik katılımcının Çarlık rejimine karşı beslediği, özünde Narodnaya Volya’dan kimi tonlar da taşıyan öfke Alman, Fransız ve İtalyan yoldaşları tarafından aynen paylaşılıp içselleştirilebilir mi?
Olmadığını ve zaten olamayacağını biliyor olmamız gerekir.
***
Neyi anlatmak istiyoruz?
İsterseniz epey gerilere dönüp Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarına ilişkin bir gözlemi aktaralım. Yusuf Akçura’nın gözlemine göre Osmanlı aydını evvelce İmam-ı Ali, Muhiddin-i Arabi, Hafız veya Sadi gibi öncüllerden feyz alırken batılılaşmayla birlikte birden Rousseau’ya, Spencer’a ve batılı başka feylesoflara bakar olmuş (aktaran, Taner Timur, Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu, Yordam Kitap 2012, s. 111, dn).
Şimdi, Rousseau’ya ve diğerlerine bakılmasında bir sakınca yoktur (keşke bu arada biraz Marx’a da bakabilselerdi). Gelgelelim, aydının kendi köklerini ve geleneğini büsbütün bir kenara itip salt dışarıya bakar hale gelmesinde bir sorun vardır. İkincisi, eğer mesele kendi ülkeni değiştirmek için bir adanmışlığa ve ruha sahip olmaksa bunların dışarıdan gelmeyeceği de kesindir.
O zaman açık konuşalım: Türkiye’de sosyalistlerin Syriza’ya, Podemos’a, başka oluşumlara bakıp kimi sonuçlar çıkarması normal ve gereklidir de, dünyada kabaracak bir dalganın bileşenleri olma durumu dışında bunlardan herhangi birine bakıp ona öykünmek, “işte biz de öyle olacağız” demek tam bir saçmalıktır.
Ne Syriza ne de Podemos kendi başına bizim insanımıza kararlı bir mücadele için gerekli ruhu ve özel motivasyonu sağlayabilir. Bu, çıkacaksa, bizim topraklarımızdan, kendi geleneğimizden ve tarihimizden çıkar. Bu anlamda sosyalistlerin bugün Suphi’leri, Kıvılcımlı’ları, Mihri Belli’leri, Behice Boran’ları, Mahir Çayan’ları ve başkalarını unutup gözlerini Çipras’lara, Turriōn’lara dikmesinin İkinci Meşrutiyet aydınlarının yaptığından fazla farkı yoktur.
Ha bir de şu var: Bu ülkede “asıl Syriza biziz” yarışına girmek ne kadar komikse, bir Yunanistan Komünist Partisi üyesinin Syriza karşıtlığını burada, Türkiye’de, “dayanışma duyguları” ötesinde aynen etinde kemiğinde hissediyormuş gibi yapmak da o kadar tuhaftır.
***
Öğreti, genel anlamda “teori” ve örgütlü siyasetin temel ilkeleri gibi “çerçevelendirici” girdilerin tarihsel olarak başka ülkelerde geliştirilmiş olması doğaldır ve bunlarda da mutlaka “yerli olmakta” diretmenin anlamı yoktur. Ama buraya kadardır. Söz konusu çerçevelerin içinin nasıl, ne tür bir bağlanma ve motivasyonla doldurulabileceğini ise mücadele edilen coğrafyanın tarihsel ve güncel özellikleri belirler.
Enternasyonalizm?
Uluslararası dayanışma?
Tamam, bunları yapalım; ama daha ötesine geçildiğinde en iyisi, herkesin kendi işini yapmasıdır.