Gezi Parkı’nda abi ve ablaları ile birlikte direnen sokak çocuklarından biri olan Serhat şöyle söylüyordu;
"Valla ilk kez kimse beni yabancı görmedi. Kıyafetimden bile utanmadım o zamanlar. Ben de bazılarıyla arkadaş oldum. Bir tanesi bana kitap okudu mesela. Ama ertesi gün gittiğimde kitap bitemedi. Adını da sormamıştım kitabın, sonunu merak ettim. Bir prens mi vardı neydi…"
Aslında o kitabın sonunu sadece Serhat değil hepimiz merak ediyoruz. Ve anlaşılan o ki kimse gelip o kitabın sonunu bize okumayacak. O mutlu sonu yine kendimiz yazacağız. Ve yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim. Haziran ayaklanmasından şuncağız ders alan birinin bu kitaba dair ilk kuracağı cümle “Bu kitabın telif hakkı yoktur” olmalı. Aksi halde Sol’un nerede ise artık bir kas refleksine dönüşmüş eski ezberlerine düşmekten öteye gidemeyiz. Ve nihayetinde Haziran ayaklanmasını da ajandamızdaki “geleneksel takvim eylemleri” arasına yazmaktan kurtulamayız.
En iyi yol bildiğin yoldur demiş atalarımız. Deneye yenile yol bilgimiz navigasyona döndü adeta. Buna rağmen hedefe ulaşamadıysak haritayı güncellemeli ve belki de daha önce çiğnenmemiş olan yolda yürümeliyiz. Tıpkı Kartacalı komutan Hannibal’ın dediği gibi “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol açacağız”. Gezi denize ulaşmak için yola çıkmış bir nehrin bayır aşağı çağlamasıydı. Bakmayın şu anki durgunluğuna. Denizin hasreti ile menderesler çizmektedir. Ve tekrardan taşıp çağlayacağı güne kadar bentlerin ardında kendini biriktirmektedir. Şimdilerde o birikintide balık tutmaya çalışanlar, suyun ağzını bahçesine çevirmeye çalışanlar bilmelidir ki o nehir asla sizin olmayacaktır. Çünkü onun tek sahibi denizdir.
…
Gezi ayaklanmasının tarihe bıraktığı notları iyi okumak gerek. Özellikle Gezi süreci sonrası Türkiye solunun bir yol ayrımına geldiğini ve çoğunluğun maalesef yine bildiği yoldan sapmadığını görüyoruz. Türkiye’nin “gelenekçi solunun” -ya da gelenekçi değil de biz ona ezberci diyelim, sanırım bu şekilde yapılmış bir tanımlama daha doğru olacak-, bu anlamda Türkiye’nin “ezberci solunun” kronikleşmiş hastalıklarına yakalanmadan yola revan olmak gerekliliği artık varlık yokluk sorunu ölçütünde kendini dayatıyor. Teorinin soluk sayfalarından çıkıp pratiğin ateşinde dövülmedikçe soyut yaklaşımlardan kurtulup reel olanın güncesine müdahale edemiyoruz. Artık kendi “yapı”sal sorunlarını halkın sorunlarının önünde gören anlayışlardan kurtulmak gerek. Değiştirmediğimiz-değiştiremediğimiz dogmalardan kurtulmak gerek.
Dünya ile birlikte mücadele yöntemleri de değişiyor. Gezi ayaklanmasının tarihe düşürdüğü notlardan en önemlisi de bu sanırım. Çağı tutuşturmak için önce onu yakalamak gerek. Çağımız bilgi dolaşımı açısından İnternet ve sibernetik göstergeler çağı. Bilgi dolaşımının yaşadığı devrim niteliğindeki bu değişimle birlikte bilgi kaynakları da kullandıkları argümanları değiştirmeye başladılar. Mesela uluslararası haber kaynaklığı yapan dev şirketler bile bu değişime ayak uydurarak kâğıt baskılarını gereksiz yük olarak görüp durdurmaya ve sadece internet üzerinden erişim sağlamaya başladı. Bu anlamda çağı tutuşturmak için onu yakalama koşusunda olan İleri Haber emekçilerini de kutlamak gerek. Nitelikli güncel haberlerini yeniden tasarlanmış sayfalarında okumak her zamankinden daha keyifli.
İleri Haber'deki ilk yazım olması vesilesiyle Haziran yürekli çocuklara yine Haziran’dan bahsetmenin yerinde olacağını düşündüm. Beylik laflarla reçetelere indirgenmiş eylem kılavuzları, yol haritaları çizmek değil niyetim. Seslenişim aslında sadece Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerinde anlatmak istediği gibi.
“…Boşuna sevmedim nehirleri!
Aktıkça büyümesi boşuna değil nehirlerin!
Akan büyür, ey yolcu!
“erişir menzil‑i maksuduna aheste giden” demiyorum ben sana,
“tiz-i reftar olanın payine damen dolaşır” demiyorum.
Böyle demiyor çünkü nehirler.
Duracaksın, dolanacaksın, atlayacaksın, aşacaksın, koşacaksın
ve varacaksın oraya, Diyor nehirler.
Öyle diyorum ben de.
Beni dinle, beni anla ey yolcu…”
Hoşçakalın. Aşk ile…