Olayların farklı yönlerde ilerleyebileceği bir uğraktan geçiyoruz. Böyle uğraklarda, ‘sonuç’ farklı sınıf ve siyaset güçlerinin kendi amaçları için yürüttükleri mücadelelerin bir tür bileşkesi olarak ortaya çıkıyor.
Olabileceklerin sınırlarını ise, yalnız farklı amaçlar için mücadele edenlerin güç ve iradeleri değil, verili dünya-tarihsel durum ya da aynı anlama gelmek üzere “zamanın ruhu” belirliyor. Karmaşık zincir bütünü içinden, sonraki gelişmelere etkisi ve güdülen amaç bakımından öncelikli halkayı seçmek kritik önem taşıyor.
Somut siyasette, ana halka, teorik-programatik ilke ve doğruların genel ve soyut yinelenmesiyle değil, bu ilkelerin toplumsal ve güncel seçenek olmasına yardımcı olacak sonuçların hedeflenmesiyle belirlenebiliyor.
***
31 Mart’tan bu yana olup biteni özetleyip yorumlamaya çalışalım.
Bir: AKP Türkiye’yi belirleyen büyük kentlerde oy çoğunluğunu yitirmiştir. 31 Mart, yeni anayasal rejimin varlığını genel oy üzerinden sürdüremeyeceğinin çok güçlü bir sinyalini vermiştir.
İki: İstanbul seçim sonucu, AKP için yalnız beklenmeyen değil, sarayın sütunlarını sarsan bir gelişmedir. Ülkenin en büyük rant, yağma ve sermaye içi bölüşüm kaynağı olan, aynı zamanda toplumsal psikoloji ve erk imajı açısından simgesel önem taşıyan İstanbul’u kaybetmek, ekonomik ve siyasal erkin çok önemli bir parçasının şimdiden yitirilmesi, tek adam rejiminin altındaki toprağın çekilmesi anlamına gelecekti. Rejimin bu sonucu kaldıracak iç sağlamlıkta olmadığı ortaya çıkmıştır.
Üç: Erdoğan’ın İstanbul seçim sonucunu sineye çekmek ile iptal ettirmek arasındaki kararsızlığının tümünü sayamayacağımız birçok nedeni olabilir. Kararını etkileyen iki başat nedeni ise yazabiliriz. Birincisi, Erdoğan, kararını burjuva muhalefetin ne yap(a)mayacağını, yani ikinci seçimi boykot edemeyeceğini, ilk seçimin iptaline karşı tepkilerin söylemden ileri gidemeyeceğini anladıktan sonra vermiştir. İkincisi, elindeki tüm propaganda ve şiddet araçlarını kullanarak, içeride ve dışarıda dost-düşman ilişkilerinde esneme ve manevralara başvurarak kendi cephesindeki kararsızları kararlı hale getirerek, karşı taraftaki kararsızları caydırarak vb. İstanbul’u alabileceği sonucuna varmıştır. Böyle bir sonucun olanaksız olduğu söylenemez.
Dört: ABD’yle yakınlaşma, 23 Haziran’ı da etkileyecek, ama seçim ötesinde kriz ve rejimi rahatlatacak bir “açılım” olarak gündemdedir. Kürt barışı ise gündemde değil. Şu ana kadar kamuya açıklanan bilgiler, Kürt hareketinin 31 Mart pozisyonunda herhangi bir değişiklik olmadığını gösteriyor. AKP’nin Kürt oylarını bölmek, bir bölümünü sandığa gitmekten caydırmak için çeşitli manevralara başvuracağı ise açık.
Beş: Bütün bunlara rağmen, İmamoğlu yeniden seçilebilir. Erdoğan’ın İstanbul’u alamazsa B planı bellidir: CHP’li başkanı fiilen çalıştırmamak, gerekirse yasa çıkarıp tüm yetkilerini elinden almak! Günümüz Türkiye’sinde “bu kadarı da olmaz; bunu göze alamaz” diyebileceğimiz herhangi bir sınır yoktur. Erdoğan’ın cüret ve pervasızlığında, düzen muhalefetinin, her hukuk, kural vb. dışı dayatmaya bir mazeret uydurarak usluca boyun eğmesinin yadsınamaz payı var.
***
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Türkiye’nin önündeki seçeneklerden biri, İstanbul’un muhalefete geçmesi ya da AKP’de kalmasına göre değişecek koşullarda normalleşme olabilir mi?
Bu sorunun yanıtı, normalleşmeden ya da Türkiye ittifakından ne anladığımıza bağlı.
Kapitalist dünyada kavramlar durumlara göre değişiyor. Eskiden düzen ve istikrar için “norm” ve normal sayılanlar geçersizleştiğinde, var olan durumu “yeni normal” diye satıyorlar.
Türkiye’nin “yeni normali” gerici dönüşümlerin, devlet içindeki İslamcı-faşist kadrolaşmanın korunacağı, krizin yükünün emekçilere, yoksullara yükleneceği, yalnızca tek adamın yetki ve sivriliklerinin törpüleneceği bir rejim olabilir ancak. Bugünkü koşullarda, 23 Haziran’ın sonucu ne olursa olsun bundan fazlasını beklemek, “her şey çok güzel olacak” serabına kapılmak doğru değil.
Ama bir başka açıdan bakıldığında, Erdoğan-İmamoğlu referandumu ekseninde geçeceği anlaşılan 23 Haziran İstanbul seçimi, Türkiye toplumunun ağır bir hastalıktan çıkışının ilk adımı olabilir. Türkiye toplumu, her konuda tek ve son söz sahibi bir kişinin mutlak, çürütücü iktidarında sağlığını kaybetmiş durumdadır. Hiçbir, hukuk, kural, sınır tanımayan tek adam rejimi, toplumsal ilerleme yönündeki en küçük adımın önündeki en büyük engel durumundadır.
Evrimsel biyolog ve genetikçi Richard Lewontin, “Hasta olmak tam olarak tek bir nedensel zincirin etkisi altına girmek demektir” diye yazdıktan sonra ekliyor: “Aslında, normalliği, herhangi tek bir nedensel yolun organizmayı kontrol etmediği durum olarak tanımlayabiliriz.” (Richard Lewontin, Üçlü Sarmal Gen, Organizma ve Çevre, Say Yayınları, İstanbul, 2013, s.123-124.)
Hastalığı yenmek, sağlıklı bir organizmaya kavuşmak için ülkeyi tek adam kontrolünden çıkarmak gerekiyor.