Haklı çıkan ve yanılan
Laik Cumhuriyetin, tek parti döneminin mağduru sayılan, bu dönemde baskıya uğrayan kişiler, düşünceler, akımlar, vb. kendi tarihselliklerinden çıkartılıp bugünün daha gelişkin bir demokrasi anlayışının parçası yapılamazlar.
Okurlarımız arasında olup olmadıkları hakkında bir fikrimiz yok; ama birilerinin damarına basacak basit bir soruyla başlayalım:
Türkiye’de bugün, 2022 yılında, Uğur Mumcu’nun 30 yıl önce yazdıkları mı yaşanmaktadır, yoksa örneğin Birikim dergisinin 20 yıl önce yaptığı tespitler mi?
Normal olarak, bu sorunun yanıtının açık ve kesin olması gerekir.
Ancak biz, birinin haklı çıktığı, diğerinin büyük bir yanılgıya imza attığını söyleyip konuyu orada kapatacak değiliz. Bir açıklaması olmalı: Bir tarafta siyaseti “iyi okuyan”, çok yetenekli, çalışkan ve araştırmacı özelliklerine rağmen Marksist analiz formasyonuyla temayüz ettiği söylenemeyecek bir gazeteci, diğer tarafta ise bu formasyona ilişkin ciddi iddiaları olan bir çevre…
Nasıl oluyor da sonuçta biri doğrulanırken diğeri bu kadar yanlış çıkabiliyor?
***
İlk planda söylenebilecek olan, ikinci çevrenin, örneğin “muhafazakar demokrat inkılap” tespiti yaparken kimi öncüllerde ihtiyatsız davranmış olmasıdır. Örneğin “Siyasal İslam” denilen kategorinin özelliklerini pekala bildikleri halde, Türkiye’nin batı dünyasına mecburiyetinin, bu arada özellikle AB üyeliği perspektifinin bu kategoriyi mutlaka ehlileştireceğini, sivri yanlarını törpüleyip o günün dünya koşullarına adapte edeceğini düşünmüş olabilirler.
Türkiye’deki sermaye sınıfının varsayılan kırmızı çizgilerini de törpüleyici bir etmen saymış olabilirler. Belki de din olgusunun daha Osmanlı’da bile büyük ve güçlü bir devlet olarak kalmanın gereklerine göre yeniden yorumlanabildiğini düşünüp Siyasal İslam’ın, 80 yıllık bir yapılanmayı ve onun yerleştirdiklerini tam boy karşıya alamayacağını varsaymışlardır.
Bunlara başka etmenler de eklenebilir. Ne var ki biz, ikinci kesimin sonuçta yanlış çıkmasının daha derinde, kimi yönleriyle teorik, tarihsel ve metodolojik nedenleri olduğu kanısındayız.
Şimdi bunları açmaya çalışacağız.
***
Birincisi: Çeşitli süreçler sonucunda belirli bir tarihsel dönemde oluşmuş bütünlükler ya da formasyonlar, bir noktadan sonra artık parçalarına ayrılamazlar; bu parçalardan “iyi sayılanlar” oradan taşınıp başka ve yeni bütünsellikler içine yerleştirilemezler. Çok “soyut” geliyorsa açalım: Laik Cumhuriyetin, tek parti döneminin mağduru sayılan, bu dönemde baskıya uğrayan kişiler, düşünceler, akımlar, vb. kendi tarihselliklerinden çıkartılıp bugünün daha gelişkin bir demokrasi anlayışının parçası yapılamazlar. Elbette isteyen ansın, hayırla yad etsin; ama bugün örneğin İskilipli Atıf Hoca’dan ya da Şeyh Sait’ten “yürüyen” bir demokrasi anlayışı geliştirilemez.
İkincisi: Türkiye’de “demokrasi” diye bir sorun tarif edildikten sonra demokrasinin “baş” da değil neredeyse tek düşmanı olarak Kemalizm adı verilen şeyin, “asker vesayetinin”, “katı laiklik anlayışının”, vb. görülmesi ancak bir obsesyonla mümkün olabilir (di). Buradaki idealizm, örneğin Fransız İhtilali’nden (1789-1793) Jakobenizm düşülürse geriye demokrasi kalacağını ya da Bolşevikler olmasaydı 1917 Şubatıyla birlikte Rusya’da ancak ve yalnızca demokrasinin yerleşmiş olacağını düşünmekten farksızdır.
Üçüncüsü: Sosyoloji, antropoloji ve kültür gibi alanlarda yapılan nitelikli çalışmaların ve bu çalışmalarda ulaşılan önemli bulguların herhangi bir siyasal duruşun ve çizginin temelini oluşturması, siyasetin buralardan türetilmeye çalışılması (bu kez “çocukluk” değil) bir olgunluk hastalığı olsa gerek. Nedeni de basittir: Yukarıdaki birinci maddenin uzantısı olarak, sosyolojik, antropolojik ve kültürel çalışmaların bulguları, artık eski ya da özgün bağlantıları içinde değildir; bambaşka bağlamlara yerleşmiş, yeni eklemlenmelerle birlikte kendileri de başkalaşmıştır. Bu yanlarıyla siyaseti belirleyemezler, onun tarafından belirlenip ona göre yeniden üretilirler.
***
Şimdilik bu kadar.
Sonuçta, Uğur Mumcu reel siyasetin süreçlerine, dinamiklerine ve işaret ettiği yönlere odaklandığı için haklı çıkmış, diğerleri ise başka şeylere fazlasıyla “takıldıkları” için yanılmıştır.