“İdeolojik mücadele” başlığını kabul ediyorsak, bir noktada peşinen netlik gerekir: Sola hiç bulaşmayan, yalnızca karşı cepheye odaklanan bir ideolojik mücadele olamaz…
Örneğin Lenin 1914 yılında kaleme aldığı “İşçi Sınıfı Hareketi İçinde İdeolojik Mücadele” başlıklı yazısında bu mücadele sürecinin birbirini izleyen evrelerindeki hasımları Ekonomistler (1895-1902); Menşevikler (1903-1908) ve Tasfiyeciler (1908-1914) olarak tanımlamaktadır (Lenin, Toplu Eserler, c. 20, s. 278).
Hepsi solun kendi içindedir…
Ancak, Lenin’in göz attığı dönemde Rusya’da kimi iniş çıkışlara rağmen çok ciddi bir sınıf dinamiği, gelişkin bir işçi sınıfı hareketi olduğunu unutmamak gerekir. Bir de bu harekete “tehlikeli” ölçülerde nüfuz edebilen birtakım akımların varlığını… Şunu demek istiyoruz: Lenin’in “ideolojik mücadele” yaklaşımından hareketle günümüz Türkiye’sine bakacak olursak, sola da bulaşma gerekliliği ve dönemlere göre özel bir hasma odaklanma doğruları dışında kimi uyarlamalara gidilmesi gerekecektir.
Bir kere bugün Türkiye’de “halk dinamiği” denilebilecek genel kategoriye kendi özgün ve belirleyici damgasını vuran bir sınıf hareketinden söz etmek güçtür. Bu durumda, özel olarak işçi sınıfı hareketine sızmış “soldan” akımlarla mücadele gerekliliği, Lenin’in anlattığı dönemdeki gibi dayatıcı bir gündem değildir.
Eğer “halk” deyip onun hareketliliğinden söz edeceksek de iki noktaya dikkat etmek gerekecektir. Birincisi: Halka şırınga edilmeye çalışılan, adıyla sanıyla bir ideolojik sistem olarak liberalizmden çok onun “normalleşme”, “düze çıkma”, “kaostan kaçınma” gibi söylemlerle dile getirilen daha sıradan uzantılarıdır. Başka bir deyişle, kim ne kadar isterse istesin, dört başı mamur bir “liberal restorasyon” gündemde değildir.
İkinci nokta ise daha kritiktir. Daha önceki yazılarda değindiğimiz gibi, yaklaşık 3-4 milyon insan bugün mecliste temsil edilen “muhalefet” partilerinin değiştirmek istediklerinin ve değiştirebileceklerin ötesinde özlemlere ve beklentilere sahiptir. Dahası, bu geniş kesimin “uysallaştırılmış” olduğunu, “normalleşme” ve “düze çıkma” sözlerinin peşine takıldığını, yani “kaybedilmiş” olduğunu söyleyemeyiz…
O zaman?
O zaman, siyasal ve ideolojik mücadelede yüklenilmesi, merkeze yerleştirilmesi gereken tema şu olmalıdır: Dış odaklar, sermaye çevreleri, CHP’si ve HDP’si dâhil meclisteki partiler ne kadar isterlerse istesinler, ne kadar “sağduyulu” ve “uzlaşıcı” davranırlarsa davransınlar, isterse erken seçime gidilsin, bu ülkeyi “normalleştirmeleri”, şu “düzlük” denilen zemine taşımaları uzak ihtimaldir.
Evet, 3-4 milyon insanın, “demek buymuş, bu kadarmış” kabulüyle uzun süre çıkmamak üzere evlere çekilmesi istenmektedir; istenmektedir, ama isteyenlerin bunu gerçekleştirme imkânları çok ama çok sınırlı görünmektedir.
O zaman “ideolojik mücadelenin” de eşlik etmesi gereken görev, karşı tarafa gitmiş, oraya “çekilmiş” olanı oradan koparmak değil, karşı tarafa gitmemekte direneni sahipsiz (ve örgütsüz) bırakmamaktır.
Arada önemli bir fark vardır.
İşte buna, buraya yüklenelim ve gerekiyorsa bunun adına “sola dönük” ideolojik mücadeleye de başvuralım. Hani “Mecliste aslan gibi HDP var, CHP’nin sol kanat vekilleri var, artık işi onlar götürsün” diyenler çıkarsa, meydanı böylelerine bırakmayalım.
Daha fazlasına, yani ideolojik mücadelede yepyeni cepheler açılmasına ise şimdilik gerek yoktur. Çünkü:
“Sol içi ideolojik mücadelede gereksiz yere ek cephe açmak sanıldığından da tehlikelidir. Gereksiz yere ek cephe belirleyip buralarda savaş açmak, cephe açanı, ancak başkalarından hareketle ve onların olumsuzlanmasıyla tanımlanabilir hale sokar, yani onu giderek bir ‘teferruat’ konumuna iter. Pratik olarak ise hareket alanını büyük ölçüde daraltır […] Gereksiz yere ek cephe açmanın getireceği bir başka risk ise teorisizm’dir. Kendini çok sayıda dış nesnenin olumsuzlanmasıyla tanımlama eğilimi, ayrım noktalarının giderek daha soyut düzeylerde ayrıntılandırılmasına, hatta apolitik ayrım noktaları icadına götürebilir.” (Ne Yapmalıcılar Nerede Durmalı, Gelenek sayı 32, Kasım 1990, s.55).
Böyle olmuyor mu?