Sırasıdır deyip bir “durum değerlendirmesi” yapmaya çalışalım.
İyi de, nereden başlamak gerekir?
15 Temmuz’un ardından, biri dikkat çeken bir durum, diğeri ise fiilen başlayan bir süreç olmak üzere iki veriden hareket etmek yerinde olacak gibi görünüyor.
“Dikkat çeken durum”, ABD’sinden Avrupa’sına batı dünyasının darbe girişimi ve bu girişimin bastırılmasıyla ilgili tutumuna damga vuran “iki cümle” merakıdır: “Darbe girişimini kınıyoruz; ama AKP iktidarı ve Erdoğan da…” En açık konuşanlardan biri Fransa olmuş, darbe girişimini kınadıktan sonra bunun “Erdoğan’a açık çek anlamına gelmediğini” ekleme gereği duymuştur.
ABD’nin üç dört saate sıkışan bir “bekle gör” tutumu yeğlediğini herkes biliyor.
Şu sonuca varmak mümkün görünüyor: Darbe girişiminin bastırılması, bu işte “halkın rolünün” özellikle ön plana çıkarılması, Saray rejiminin en azından batı dünyasındaki itibarını eskisine göre artırıcı bir işlev görmemiştir. Saray bunu arzulamış, arkasındaki “halk desteğiyle” batı âlemini bir kez daha büyüleyebileceğini düşünmüş, ama olmamıştır.
“Dikkat çeken durum” demiştik; yeniden döneceğiz.
Gelelim fiilen başlamış olan sürece…
Bu sürece “devletin yeniden yapılandırılması” denmektedir.
Çocuk oyuncağı değildir. Kapitalist devletin kendine göre bir rasyonalitesi vardır. Bu rasyonalite, temsili demokrasinin, temel belgelerde ifade edilen kuvvetler ayrılığı gibi ilkelerin ötesinde, devletin rekabet-mücadele halindeki sınıfları, sınıfların çeşitli kesimlerini ve siyasal aktörleri asgari de olsa bir dengede tutabilme esnekliğinden kaynaklanır. Üstelik bu esnekliğin ad hoc (tekil durumlara özgü, geçici) değil yerleşik ve kurumsallaşmış olması gerekir.
Darbe girişimi sonrası yeniden yapılandırılacak devletin ise, ortalamanın da altında, niteliksiz, özünde “darbeci” kesimle aynı platformda yer alan, ancak bir başka din-iman anlayışına bağlılıktan öte “meziyeti” bulunmayan kadrolara emanet edileceği anlaşılmaktadır. Böyle bir devletin, yalnızca sınırlarıyla değil ortalıkta cirit atan mafyatik örgütlerle, çeşitli istihbarat kuruluşlarıyla, rüşvetle, yolsuzlukla, kayırmacılıkla tam anlamda kevgire dönmesi kaçınılmazdır.
İkisini, yani dikkat çeken durum ile fiilen başlayan süreci bir araya getirdiğimizde buradan çıkan sonuç, iyice itibarsızlaşmış, yabancıların “başarısız devlet” (failed state) dedikleri, onun bunun şamar oğlanına dönmüş bir Türkiye’dir… Belki de bir “muz cumhuriyeti”dir…
***
Bunları, hiç mi düşünmezler, hiç mi hesap etmezler?
Herhalde böyle değildir; “bizim de kozlarımız var” düşüncesinde olduklarını söyleyebiliriz.
Kozlar?
Akla ilk gelenler: NATO üyeliği, AB üyelik süreci ve mülteciler meselesi…
Türkiye’nin NATO üyeliği, bu emperyalist kuruluşun ağababaları açısından gerçekten önemlidir. Dahası, sosyalist sistemin çöküşünden sonra bu önemin azalmayıp daha da arttığını söylemek bile mümkündür. Gelgelelim, ne NATO’nun Türkiye’yi ne de Türkiye’nin NATO’yu gözden çıkarması pek düşünülebilecek bir durum değildir. “Çıkarırız ha” ve “çıkarım ha” dayılanmaları olabilecektir; ama sonuna kadar gidilmesi mümkün görünmemektedir.
AB süreci?
Üzerinde fazla durulması gerekmiyor. “Tam üyelik” denilen şeyin mümkün olmadığını her iki taraf da bilmektedir. Bir “koz” olarak değeri, her iki taraf açısından da sınırlıdır. AB’nin ileri gelenleri bunu zaten her fırsatta belirtmekten geri durmamaktadır. Türkiye ise darbe girişimcilerinin işkence sonrası perişan hallerini gösteren çekimleri ortada dolaştıracak kadar umursamazdır.
Mülteciler kozu ise ne zaman nasıl kullanılacağına ilişkin kararsızlık eşliğinde henüz ortada durmaktadır.
***
Hepsi bu mu?
Kuşkusuz değildir. “Koz” tanımına uygun mudur, tartışılabilir; ancak, saray rejiminin dışarıda itibarsızlık ile devletin yeniden yapılandırılması arasındaki sıkışmışlığı aşma çabalarında kadim bir meseleye yeniden müracaat etmesi sürpriz sayılmamalıdır:
Kürt sorunu, “çözüm süreci” ve masanın yeniden kurulması…
Mutlaka böyle olacağını değil, yabana atılmayacak bir olasılık olduğunu söylüyoruz ve iki ek daha yapıyoruz. Birincisi: Yakın dönemde “dokunulmazlıklar” meselesine nasıl yaklaşılacağı bu bakımdan bir işaret olacaktır. İkincisi: Başkanlık sistemi, “yapılandırıldığında” ortaçağa ait bir Orta Doğu sultanlığına dönmesi kaçınılmaz olan devletin bu büyük zaafını giderebilecek “güçlü yürütmenin” tek yolu olarak yeniden cilalanacaktır.
O zaman, önümüzdeki yakın dönemde saray rejiminin CHP, HDP ve MHP olmak üzere TBMM’deki muhalefete yönelik operasyonlarını beklemek gerekiyor. Yalnızca hepsini mandepsiye getirme amacıyla değil; aynı zamanda dışarıya “bakın muhalefetle ne biçim diyalog kuruyorum” mesajını vermek için.
Ne olur?
MHP’de büyük olasılıkla Bahçeli tarafının eli biraz daha güçlenecektir.
HDP’nin, İmralı ile ilgili olanlardan başlamak üzere kimi koşullarla “seni başkan yaptırtmayacağız” sözünden rücu etmesi bir olasılıktır.
CHP ise 24 Temmuz’da topladığı kitlenin nabzı ile okuduğu manifesto arasında kendi sıkışmışlığını yaşayacaktır.
Bu sıkışmışlığın, kendi içinde ciddi saflaşmalar, hatta yarılmalarla sonuçlanması da sürpriz sayılmamalıdır.