Önemli kitlesel hareketlenmelerde, konulan hedeflerin, dile getirilen taleplerin berisinde, bir de hareketlilik içindeki insanların üzerinde duyarlılık geliştirdikleri bir “kimlik” söz konusudur.
Bu kimlik, tikel değil, genel ve kucaklayıcıdır. Başka bir deyişle, sınıfsal aidiyeti, etnik kimliği, özel mağduriyetleri, çevreyle, cinsel yönelimlerle vb. ilgili duyarlılıkları kesen bir kimlikten söz ediyoruz. Sonra, bu kimlik bir yerlerden söylenmez, iletilmez, dayatılmaz.
Geniş kitlesel hareketlenmelerde kendiliğinden ön plana çıkar.
Sınıfsallığı ve kendisi dışındaki diğer kimlikleri silmez, bunları bastırmaz, hepsinin üzerinde bir örtü gibidir. İnce bir örtü: Altındaki farklılıkları görebilir, en azından sezebilirsiniz…
Bizce 2013 Gezi Hareketliliği böyleydi ve üzerindeki örtü de yurttaşlıktı; bu kimliğe ilişkin bir farkındalık kabarması, bunun dışavurumuydu. Deniyordu ki “Bizler bu ülkenin özgür yurttaşlarıyız; kim olursa olsun bizi yok sayamaz, aşağılayamaz ve kendi ‘tebaası’ olarak göremez...”
Sonuçta “yurttaş kimliği” diyoruz ve Gezi’yi de gerek harekete geçirdiği nicelik gerekse ülke ölçeğinde sergilediği yaygınlık açısından en başta bu kimliğin sahiplenilip dışa vurulması olarak değerlendiriyoruz.
***
Peki, yurttaşlık ve bunun bilinci çok mu önemlidir?
Yeni yayınlanan bir belgede böyle olduğu söyleniyor: “Komünistler açısından yurttaşlık bilincinin yeniden oluşturulması ve üretilmesi, Türkiye’nin bugünkü karanlık tablosu düşünüldüğünde önemli bir siyasal görevdir.” (Komünistler Yanıtlıyor, Türkiye’nin Sorunlarına Devrimci Çözümler, Türkiye Komünist Partisi 2017, s.20).
Dikkat edilirse, belgede yurttaşlık bilincinin “yeniden oluşturulmasından” ve “üretilmesinden” söz edilmektedir.
Yani bunca yıl “sınıf bilinci” dedikten sonra geriye dönüp yurttaşlık bilinciyle mi uğraşacağız?
Eğer “eşitsiz gelişme” diyorsak, bu soruya da “evet” diyeceğiz.
Eşitsiz gelişmenin sadece ve sadece ülkeler bazında “geride kalanın sıçrayarak zayıf halkayı koparması” şeklinde anlaşılması darlıktır. Türkiye kapitalizminin gelişkinlik göstergelerine, yaşanmış burjuva devrim sürecine, ülkedeki sol-sosyalist birikime ve sınıf hareketinin belirli dönemlerde sergilediği çarpıcı canlılığa rağmen karşı tarafın siyasal, ideolojik ve kültürel yüklenmeleri sonucunda yurttaşlık bilincinde erozyon yaşanması, eşitsiz (ve bileşik) gelişmenin kendini ortaya koyuş biçimlerinden biridir.
Sonra, yurttaşlık bilinci ile sınıf hareketi ve sınıf bilinci arasında kronolojiye gidilmesi, yani “önce o olacak ki sonra öbürü gelebilsin” denmesi de gereksizdir. İkisinin birlikte, eşzamanlı olarak güçlenmesinin önünde hiçbir engel yoktur.
***
Önümüzdeki referandum, bir anlamda “sandıktaki Gezi” olma potansiyeli taşımaktadır.
Dün, Gezi öncesinde, bu ülkenin insanlarını tebaa olarak gören sözler ve davranışlar söz konusuydu.
Bugün, referandum öncesinde ise bunların resmiyete, hukuka dökülmesi, Anayasal anlamda kurumsallaştırılması söz konusudur.
Gezi nasıl “Hayır, ben tebaa değil yurttaşım” tepkisi idiyse referandumdaki “hayır” da aynı tepkinin bu kez sandıkta yinelenmesi olacaktır.
Referandumdan çıkacak “hayır”, başka her şeyden önce, bu ülkede yaşayan insanların çoğunluğunun “yurttaşlığımı bırakmam” direncini gösterdiği anlamına gelecektir.
***
Bu durumda, “yurttaşlık ve ötesi” noktasından bakıldığında, kendi hayır oyumuzu gerekçelendirirken başka “hayır”ların küçümsenmesi ya da muteber sayılmaması, “taktiksel hata” olmanın ötesinde stratejik bir yanlışa da yol döşeyecektir.
Evet, doğrudur, önümüzdeki referandumda “hayır” oyu verecek patron da, ulusalcı-milliyetçi de, “mütedeyyin vatandaş” da, liberal vb. de “Ben tebaa değil yurttaşım” demiş olacaktır…
İyi de, sınıf çalışması, sınıf bilinci, sosyalizm mücadelesi, sosyalist örgütlenme gibi uğraşların, çoğunluğu tebaa olmayı kabul eden bir toplumda bir yurttaşlar toplumundan daha kolay verilebileceğini zamanında birileri söyledi de biz mi hiç duymadık?