“Gericilik” deyince akıllara daha çok “dinci gericilik” geliyor. Dünyanın bu kaotik geçiş döneminde dine, sermaye gericiliğinin ideolojik-kültürel pistonu olarak çok önemli bir işlev yüklendiği açık. Gericiliği dincilikle özdeşleştirmek ise, vurguyu nedene değil sonuca yaparak gericiliğin gerçek kaynağını perdelediği, gericiliğe karşı mücadelenin toplumsal içeriğini zayıflattığı için sorunludur.
Doğru terim, “siyasal gericilik”tir. Emperyalist aşamayla birlikte, yüzlerce yıllık toplumsal mücadele ve ilerlemelerin, burjuva dönüşümlerinin, bu süreçler boyunca oluşan sınıfsal dengelerin ürünü olan siyasal ve sınıfsal kazanımlar sermaye düzenine “fazla” gelmeye başladı. Emperyalizm gittiği her yere siyasal gericilik taşıdı.
Bu saptamaya şöyle bir itiraz getirilebilir: Emperyalist metropollerde, bugün bile varlığını sürdüren burjuva demokratik temsili sistem işleyişlerini, kurumları, hukuku, yurttaş hak ve özgürlüklerini nasıl açıklayacağız?
Şöyle: Sosyalist ülkelerin, sınıf mücadelelerinin ve sermaye birikiminin belli bir tarihsel döneme damgasını vuran koşulları emperyalist gericiliği frenlemiş, bu koşullar değiştiğinde gericilik çırılçıplak ortaya dökülmüştür!
Sermaye düzeni, bugün, sınırlarını açık eden büyük bir tıkanıklık içindedir. Bu düzen, artık, örgütlü işçi sınıfını, temsili kurumları, yurttaş bireyin yaşama, çalışma, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü içine sığdıramamaktadır!
***
İngiltere’de 1215’te kralla baronlar arasında imzalanan Magna Carta ilk anayasal belge, ilk haklar fermanı olarak kabul edilir.
Magna Carta’nın 39. maddesi şöyledir: “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek, hangi biçimde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
Serflerin “özgür insan” sayılmadığı feodal bir toplumda baronların krala imzalattırdıkları Magna Carta’yı 802 yıl sonra hâlâ değerli kılan, tarihte ilk kez devlet erkine sınırlar koyan bir belge olmasıdır.
Sınıflı bir toplumda “demokrasi”nin tek varoluş biçimi erkin, başka bir sınıf tarafından sınırlandırılmasıdır.
2017 Türkiyesi, tek adamda cisimleşmiş devlet erkinin sınırlandırılması ve yurttaşların dokunulamaz temel hak ve özgürlükleri açısından 1215 İngiltere’sinden geridir ve bu tek başına Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Dünya çapında genel eğilim, siyasal gericilik, otoriter-oligarşik yönetimler doğrultusundadır.
Sermaye egemenliğinin en etkili rıza, onay ve meşrulaştırma aracı olan genel oy/genel seçim/temsil düzenekleri aşınmış, hatta yalama olmuştur. Seçme ve seçilme hakkının kullanılmasının doğuracağı düzen karşıtı sonuçlar fiilen geçersizleştirilmiş, siyasal erk seçim ve parlamentonun dışında merkezileşmiştir. Kapitalizmin anayurtlarında yurttaş çoğunluğu seçim ve parlamentoya bu nedenle bu ölçüde kayıtsızdır.
Temel hak ve özgürlükler açısından da durum farklı değil. Kapitalizmin anayurtlarında “terör” maymuncuğu ile birlikte, can ve gelecek korkusu, kişi ve konut dokunulmazlığından, seyahat özgürlüğüne kadar akla gelebilecek tüm hak ve özgürlükleri yok etmenin haklı gerekçesi olarak kullanılıyor.
***
Siyasal gericiliğin temelinde emek-sermaye çelişkisi var. Sömürüyü, sömürülen sınıflara “sus payı” vererek sürdürme olanakları daraldığında, sermaye, daha önce verdiklerini de geri almak üzere, eski ve yeni, doğrudan ve dolaylı sınıf mücadelesi araçlarına, ilkel birikim yöntemlerine daha çok başvuruyor.
Siyasal gericilik, aynı zamanda toplumsal gericiliktir.
Modern kapitalizm eskisiyle kıyaslanmayacak oranlarda “artık nüfus” üretiyor. Teknolojik yenilenmeyle emek zamanını en aza indirmeye çalışırken, zenginliğin tek kaynağı ve ölçüsü olarak onu saklı tutmak zorunda olması modern kapitalizmin en amansız çelişkisidir. Sermaye bu çelişkiye işsizleştirme, güvencesizleştirme ve iş saatlerinin uzatılması yöntemleriyle yanıt veriyor. Tek ve küresel “emek pazarı”nda emek gücünün değeri, emeğin en ucuz olduğu yer referans alınarak belirleniyor. Bunun sonucu olarak, dünyanın hemen her yerinde reel ücretler düşüyor.
Marx, yasal olarak sınırlandırılmış işgününün, işçi sınıfının Magna Carta’sı olduğunu yazmıştı. Bugün, üstelik sınıf haklarının en çok geliştiği coğrafyalarda, iş saatlerinin kısaltılması yolundaki kazanımlar geri alınıyor.
Dünya nüfusunun yarısı günde 3 dolar ya da daha altında bir gelirle yaşamak durumunda.
AKP, yalnız dinselliği ve milliyetçiliği yeni rejim kuruculuğunun en etkili araçları olarak kullandığı için değil, sermaye bencilliğinin bu ülkedeki en gaddar, en sınıfsal temsilcisi olduğu için gericidir.
Bayramdan önce Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen ve önümüzdeki günlerde uygulamaya geçecek olan Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Kanunu ile bundan tam 93 yıl önce, 1924 yılında çıkartılan ve haftada bir gün tatil yapılmasını zorunlu kılan Hafta Tatili Hakkındaki Kanun, sessiz sedasız, el çabukluğu marifet, iptal edildi.
Yalnız bu mu? “Torba”lara tıkıştırılarak geçirilen, sosyal hak ve kazanımları birer birer geri alan emek düşmanı kanun ve uygulamalar saymaya yer yetmez!
İki vurguyla bitirelim:
Emek-sermaye karşıtlığı ve mücadelesi eksenine oturtulmayan bir ilericilik-gericilik taraflaşması yeni bir sol atılımın yükseltileceği zemin olamaz!
Bu zemini oluşturacak olan siyaset, ancak, acil siyasal sorunlarla, emeğin yaşamsal istemleri arasındaki köprüyü söylemde ve eylemde kuran bir siyaset olabilir.