Geçici bir durum: Ayrılar aynı, aynılar ayrı yerlerde…

 “Adalet Yürüyüşü” ve mitingiyle tescillenmiş sayılır: Türkiye’de yaşanan durum, en geniş kapsamıyla alındığında solda ayrıları aynı, aynıları ayrı yerlere iten bir etki yaratmıştır.

Kesinlikle “savrulma” gibi daha dramatik sayılabilecek durumlardan söz etmiyoruz. Ortada savrulma falan yoktur.  Meselenin özü, bugün Türkiye’de yaşanan, düzenin siyasal partileri arasındaki dalaşmalarla sınırlı kalmayıp topluma da yansıyan ve orada karşılık bulan bir saflaşmaya yaklaşım tarzıdır.

İki temel yaklaşım söz konusudur ve başkası da yoktur.

Bu yaklaşımlardan ilkinde güncel durum, Türkiye üzerinde oynanan oyunlarla, ülkeye verilmek istenen yeni şekille ve düşünülen alternatif (ama düzen içi) iktidar modelleriyle birlikte okunur ve buradan bir duruş türetilir.

İkinci yaklaşımda ise odaklanılan nokta, artık herhangi bir siyasal iktidar olmanın ötesine geçen, Fatih Yaşlı’nın özlü tespitiyle “devleti fethedip toplumu fethetmekte zorlanan” bir rejime son verilmesidir.

Her iki yaklaşım da kendi içinde çeşitlilik barındırmaktadır. Daha doğrusu aynı okumadan farklı çıkarımlar yapılabilmektedir. Örneğin birinci yaklaşımda bir kesimin okuması açık AKP/Erdoğan destekçiliğine kadar giderken, kimisi “Bu tür kitlesel tepkilerle ya AKP daha da güçlenirse” kaygısını dile getirmekte, başkaları ise özellikle son eylemi birikmiş tepkilerin “gazını alıcı”, ortamı yeni Türkiye dizaynı için hazırlayıcı sonuçları bağlamında değerlendirmektedir.

İkinci yaklaşımı benimseyenler de homojen bir kesim oluşturmamaktadır. Bu kesimde sosyalistlerin dışında liberaller, AB’ciler, düzen medyasının temsilcileri, rejimden söyle ya da böyle mağdur olmuş muhafazakâr unsurlar da yer almaktadır.

Bunlarla “al birini vur öbürüne” mı demiş oluyoruz?

Kesinlikle hayır.

Bizce bu iki yaklaşımdan doğru olan ikincisidir. Çünkü birinci yaklaşım, toplumda var olan gerçek tepkileri ve dinamikleri önsel bir  “yeni Türkiye dizaynı” kurgusunun içine tıkıştırıp kendini dışsallaştırmaktadır…Önsel kurgu adına toplumdaki gerçek tepkiler ve dinamiklerle ilişkisini kesmeyi, bunları yönlendirme imkânlarından kopmayı göze almaktadır.

Birinci yaklaşımın ucu “yeni dizayn” perspektifiyle kapanırken, ikinci yaklaşımın ucu bundan sonraki müdahalelere, yönlendirmelere açık durmaktadır.

Peki, doğru saydığımız ikinci yaklaşımı benimseyenler arasında yer alan sosyalistler her tür tehlikeden azade midirler?  Liberallik, CHP’cilik, AB’cilik vb. tehlikeleri hiç mi yoktur?  Olmaz olur mu, elbette vardır…Ama birinci yaklaşımın “ayrıları” açısından AKP’cilik olmasa bile elitizm, milliyetçilik, Kürt düşmanlığı gibi tehlikeler ne kadar varsa o kadar vardır…

İş abdest sorgulamaya geldiğinde herkes haddini bilmelidir.

İkinci yaklaşımı benimseyen sosyalistlere “Yeterince güçlü değilsin, oralarda savrulursun,  erir gider, silinirsin” uyarısını yapanlar, ha bire dışardan gazel okuyarak, toplumda hangi hareketlenme olursa bunu bir tür “oyunla” ilişkilendirerek nereye varabileceklerini düşünmek zorundadırlar.

***

Ayrılar aynı, aynılar ayrı yerlerde…

Geçici bir durum olması, fazla uzamaması gerekir…

İkinci yaklaşımı benimseyenler uyurgezer değillerdir; çeşitli “dizayn” düşüncelerinin elbette farkındadırlar. Birinci yaklaşımı sahiplenenlerden belki de “metodolojik” denebilecek farkları, sosyalist hattın tek başına bu “dizayn” girişimlerinden hareketle, bunlara mutlaklık yakıştırarak çizilemeyeceğini düşünmeleridir. 

Geçmişte TİP’in (Behice Boran) en değerli vurgularından biri, Türkiye’nin içi emperyalizm tarafından canı istediği gibi doldurulabilecek bir “boş kap” olmadığı idi. Yarım yüzyıl sonra, emperyalizmin “canının ne istediği” bile tartışmalıyken, ülkedeki toplumsal tepkilere birtakım odakların her yere yönlendirebilecekleri bir kişiliksizlik, içeriksizlik ve şekilsizlik yakıştırılması olacak şey değildir.

Kim bilir, belki de sahiden elitizmdir…