İnce bir çizginin üzerinde yürüyoruz artık. Hayat çizgimiz inceliyor ve biz üzerinde yürümeye çalıştıkça yalpalıyoruz.
Çizginin dışına adımımız çıkacak diye kopan ödümüz ile kaybetme korkusu arasında bir yerlerde sıkışan nefesimiz artık çok kırılgan.
Fısıldamalıyız.
“Boğuluyoruz” demek yetmiyor.
Boğulmuş olarak bir kenara atılan bedenlerimiz, inançlarımız, ezilmişlerin yamacına iliştiriliyor.
Yanımızdan sürüklenerek götürülen her canlı, sahipsiz kalan gözlerini bırakıyor geriye.
Sahipsizliğin acısı benzemez hiçbir şeye. Yüreğinize bir kere düştü mü, sarsılırsınız önce tepeden tırnağa. Sonra yalnızlığın hükmünü kesenlerin vahşeti, elinizden kapmak için son umutlarınızı, zorlar tüm duygularınızın kapılarını. Kapılarınızı kırarlar, pencerelerinizi aşağıya indirirler, dağıtırlar tüm eşyalarınızı ve en çok neye sarılıyorsanız, neyin kıymeti varsa içinizde, alırlar elinizden, avucunuzdan.
Fısıldamalıyız.
“Canım” diyerek paylaştığımız en içten sözlerimiz, en yiğit, en dürüst cümlelerimiz bir daha kendisi olamaz yoksa. Her ağzınızı açtığınızda çöker sahipsizlik üstünüze. Kapatırsınız o vakit kendinizi kendinize ve kapattıkça, sokaklardan, caddelerden yükselen çığlıklar, odanızın kapısında tek tek intihar ederler.
Her “intihar”, içimizde hapsettiğimiz fısıltının son itirazıdır.
Fısıldamalıyız.
Gözümüzün önünden çekilen, kaybedilen, çalınan ve umursamazlığa devredilen her cüret, bir kadının, bir gencin ve bir çocuğun geleceğinden, cesaretinden, güveninden, sevincinden koparılıp, karanlığa terk edilmesidir.
Söylemekten, cüret etmekten, haykırmaktan geriye attığımız her adım, karanlığın elinden mutlaka karşımıza dikilecek ve en sevdiklerimizin acıtılmış canından koparılanlar, önümüze atılacak yeniden ve yeniden.
Fısıldamalıyız.
Kemal’in çıplak bedenine bırakılan kurşun ve kare kare sarsılıp, yığıldığı nefesine bakakaldığımız o an gibi utanacağız yoksa yine hayattan.
Utancı bize yükleyenlerin karşısına dikilmedikçe, karanlığın bir kenarına “gönüllü” olarak yazılacak ismimiz. İşte o ince çizginin üzerindeyiz hepimiz.
Ya kazanacağız, ya kaybedeceğiz.
Kazanmanın yoludur bazen fısıldamak.
Sessizlik, onun sahibi olanların güçsüzlüğüdür çünkü.
Her fısıltı, sessizlikte dalga dalga yayılır ve hiç kimse duymuyor değildir. O küçük mırıltı, ele geçirilmesin diye yürekte en çok gizlenendir.
Fısıldayalım bu yüzden.
Fısıltı, vicdanda birikenin paylaşılıp, çoğaltılmasıdır çünkü.
Kendini bir başkasında, bir başkasını ötekisinde buluşturmaktır.
Yanından geçtiğimiz her insana “isyan” diyerek fısıldamak, otobüste, trende, sokakta, caddede, kahvehanede, restoranda, iş yerinde, kuyrukta, durakta, vapurda “itiraz et” diyen bir fısıltıyı bırakıp gitmek, asla uzaklaşmak değil, aksine sahip çıkmaktır Neyle buluşturuyorsak, yarın mutlaka paylaşılacak olandır.
Fısıldayalım.
Fısıltı, birbirini hiç tanımayanların ortak öfkesidir ve gerçeğin fısıltılarda birbirini bulması, yüzbinlerin, milyonların ortak duygusunun bir an içinde dışarı taşmasıdır. Gezi’dir yani…
İçimizi kabartan öfkeyi ne tarif ediyorsa, sıktığımız yumruk neyi anlatıyorsa, yüreğimizi ne yakıyorsa ve neye gizli gizli gözyaşı döküp sövüyorsak, tek sözle fısıldamalıyız hayatın içine.
Bir kapının anahtar deliğinden bazen,
Bazen bir simidin içinden.
Fısıldayacağız yani gerçeği.
Bazen bağırmaktan daha etkilidir o çünkü.
Bir fısıltıyla “itiraz et” demek,
Bir fısıltıda “isyan” demek,
Bir fısıltıda “diren” demek,
Günlük hayat koşuşturması içinde gezinen tüm düşünceleri bir araya getirir ve insan, kendisinden yana olan her fısıltıyı, inanın hep içinde gezdirir.
Dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan fısıltılar olmasaydı eğer, ayakta kalmanın onurunu, bunca kıyıma rağmen koruyamazdık elbet.
Fısıldayın…
Fısıldayalım…
Yanımızdan, yöremizden geçenlere, saklayacağı bir “isyan” bırakalım.