Salı günü sabahın ilk haberi Armutlu’dan geldi önce, yıllardır aynı mahallede oturan yoksul-emekçilerin evlerini yıkmak için polis eşliğinde başlayan operasyonun haberi. Devrimci Parti üyelerinin evlerinin, parti ve dergi bürolarının basıldığını ve 10 kişinin gözaltına alındığı haberlerini okuduk.
Birkaç saat sonra ise, Bursa’daki Renault Fabrikası’nda işten çıkarmaların olduğu, buna tepki gösteren işçilere polisin vahşice saldırıp, işçilerin ve DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş sendikasının yöneticilerinin gözaltında alındığını okuduk. Gözaltına alınmaları bile hukuksuz olan işçiler tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildikten sonra serbest kalınca sevindik!
Bütün bunlar aylardır Kürt illerinde sistematik biçimde resmi görevlilerin baskısına, şiddetine uğrayan milyonlarca insanın arasından kaç kişinin öldürüldüğünü bile tam olarak bilmediğimiz bir ülkede gerçekleşiyor.
Ortaya çıkan 1 günlük görüntü, AKP-Saray iktidarının en yalın hali olarak okunabilir.
Sadece bu bir günlük görüntü üzerinden soralım. Halk düşmanlığı karakteristik bir davranış biçimi olmuş, kendisine karşı direnen herkesi terörist olarak görme-gösterme manyaklığı içinde yaşayan, tek suçu hakkını arayacağına inandığı sendikaya üye olmak olan işçiye bile kılıfını uydurabilse tutuklamaktan çekinmeyecek bir iktidar Türkiye’yi yönetebilir mi?
Tam bu nedenle içinden geçtiğimiz günlerin bir “ara dönem” olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Haziran Direnişi’nde ayağa kalkan milyonlar AKP iktidarına son veremediler ve o günden bu yana zaman zaman AKP/Saray iktidarı durumu toparlamış gibi görünüyor. Devreye soktukları büyük şiddet ve buna bağlı olarak elde ettiği sandık sonuçlarıyla “yine kurtardılar” düşüncesinin oluşumuna neden olsa da sürecin henüz tamamlanmadığını hiç akıldan çıkartmamak gerekiyor.
Tam bu yüzden “mücadeleye devam” diyoruz.
Saray her zaman yalnızlıktır.
KaçAk Saray’a da bu açıdan bakabiliriz.
Tablonun bir tarafında güç vardır, ihtişam vardır. Üstelik bu sarayın inşaası süresinde yaşanan tartışmalarla hukuk tanımazlığın örneklerinden birinin daha yaşanmış olmasının Tayyip Erdoğan açısından sembolik bir anlamı da vardır.
Ancak tüm insanlık tarihi açısından olduğu gibi bugün Kaçak Saray da aynı zamanda yalnızlığın sembolüdür.
Osmanlı tarihinde pek çok padişahın akıl sağlığını yitirmiş olması sadece genetik nedenlerin ürünü değildir. Düşünsenize padişah çocuğu olarak dünyaya gelmişsiniz, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda, görünüşte insanlar etrafınızda pervane oluyor ama bütün ömrünüz babanızın ölümünü beklemekle geçiyor. Babanız ölecek ve padişah olacaksınız ya da kardeşlerinizden, kuzenlerinizden birisi sizi öldürecek ve sizin yerinize padişah olacak! Gerçekten güvenebileceğiniz tek bir kişi yok.
Yaşamasak da böyle bir hayatın akıl sağlığını koruyarak geçirmenin çok zor olduğunu söyleyebiliriz.
Tayyip Erdoğan’ın durumu bundan farklı mı?
Dışarıdan bakıldığında koskocaman bir Saray’ın içinde zevki sefa içinde yaşıyor gibi görülebilir. Ancak başka bir açıdan bakarsanız Kaçak Saray olağanüstü rahat koşullara sahip bir cezaevidir. Saray içinde dönen entrikalar içinde ne kadar rahat yaşayabildiği ayrı bir tartışma olmakla beraber saray dışında yaşama şansı yoktur.
Tayyip Erdoğan bir açıdan yalnızdır ve diken üstündedir.
Davranışlarındaki anormalliğin ve saldırganlığının bir nedeni budur. Oraya girerken saltanat, hilafet ve tek adam diktatörlüğü hayalleri kurmuştur ancak şimdi her an tepetaklak olabileceğinin bal gibi farkındadır.
Sahte kurtarıcılar oyunda yer ararken....
Tayyip Erdoğan ancak güçlü olduğu sürece etrafında birilerini tutabileceğini biliyor. Bu yüzden hem dış siyaset alanında hem ülke içinde yaşanan sıkışmayı aşmak için inisiyatif aldıkça durum daha karmaşık bir hal alıyor.
Emperyalist merkezlerden yayın yapan gazetelerde çıkan haberler bu açıdan önemlidir. Son günlerde AKP içinden basına yansıyan haberler de...
Bu aşamada iki noktaya özel olarak dikkat etmek gerekiyor.
Bir; Tayyip Erdoğan kişiliğinde somutlanan AKP/Saray karşıtı tepkinin kendilerini de yakmasından korkan bir suçlular çetesi, somut olarak Bülent Arınç “sahte kabadayı” olarak rol üstlenmeye taliptir.
Bu ekip, daha önceki örneklerinde gördüğümüz üzere objektif olarak iktidara karşı biriken öfkenin yatıştırılması rolü üstleniyor.
Cumhuriyet mitingleri sonrası TSK, ilk göreve geldiği sırada Kılıçdaroğlu, bir dönem yargı ve Haziran Direnişi sonrası sandık benzer roller oynayarak halkın kendi işini kendi görmesi gerektiğinin unutulmasına neden olmuştur. Şimdi yine benzer bir atmosferin oluşmasına izin verilmemeli, Saray/AKP iktidarından bu ülkeyi gerçekten kurtarabilecek tek gücün emekçi halk olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
İki; Zaten Tayyip’in işi bitti havasının doğmasına neden oluyorlar.
Tayyip Erdoğan, tüm sıkıntılarına rağmen hem patronların hem emperyalist merkezlerin işlerini en iyi görebilecek figür olduğunu pratik olarak ispatlamıştır. Kendisine dönük öfkenin bir bütün olarak sermayenin, emperyalizmin işini çok zorlaştıracağı düşünüldüğü bir anda elbette feda edilebilir. Erdoğan’ın başkanlık hevesinin ve sürekli inisiyatif almasının bir anlamı da kendini yeniden ispat etme çabasıdır. Örneğin;
“Eyyy Amerika”diye başlayan seslenmeler “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının bir nakaratıdır ve “deliğe süpürmek yerine kullanabilirsiniz” dilekçesi olarak okunabilir.
Belki tekrar olacak ama bu işin gerçekten bitmesinin tek yolu emekçi halkın harekete geçmesidir.