Eylem, strateji ve görev

Çağlayan eylemi sonrasında hem bu portalda hem de başka mecralarda yoğun bir tartışma yaşandı. Eylemin tarzı, içeriği, sonuçları gibi birçok başlıkta değerlendirmeler yapıldı, görüşler sunuldu. Sanırız söylenmedik söz, bakılmadık açı, görülmedik husus kalmadı.

O halde artık toparlamak ve bitirmek gerekiyor. Bitirmekten kastımız ise kesip atmak değil, anlamlı ve ilerletici bir sonuca bağlamak.

Önce, eylemin kendisini ya da ardındaki faili bir kenara bırakıyoruz ve polisin yargısız infazı sonucunda katledilen iki genç devrimcinin hesabını soracağımızı yazıyoruz. Buradan bir adım geri çekilmiyoruz.

Bir de eylemin hem tarzı hem de zamanlaması açısından Türkiye’nin toplumsal mücadele birikimi ile uyumlulaştırılmasının, “Haziran Sonrası Türkiye” dediğimiz nesnelliğe oturtulmasının zorluklarını işaret ediyoruz. Buradan devam ederek ilerliyoruz.

***

Yargısız infaz ile katledilen devrimcilere sahip çıkmanın, öldürülen iki gencin (ve hatta savcının) sorumlusunun AKP olduğunu haykırmanın ve şimdiye kadarkilerde olduğu gibi, bu ve bundan sonraki tüm cinayetlerin de hesabının sorulacağını söylemenin sahiplendiğimiz siyasal hat ve tutum açısından bir çelişki oluşturmadığı açık.

Biz Şafak ve Bahtiyar’ın nezdinde, Türkiye’de ihtiyaç duyduğumuz devrim stratejisinin örneğini değil, devrimci olmanın adanmışlığını gördük.

Şafak ve Bahtiyar’ın cesaretini, özverisini, yiğitliğini tartışmayı reddediyoruz. Bunları topraklarımızın devrimcilerinin kolektif niteliği olarak görüyor, katledilen gençlerimizin anısı üzerinden kimsenin cesaretini ya da yiğitliğini sınamıyoruz.

İki devrimci genç, yargısız infaz sonucu vahşice katledilmiştir. Hesabını soracağımızı ilan ediyoruz. Bu kadar.

Öte yandan, bu tarz eylemlerin günümüzün mücadele koşulları açısından ilerletici olmadığını söylüyoruz. Sadece günümüzün de değil, yüz yılı aşkın bir süredir dünya komünist hareketinin yarattığı deneyimin, bu tarzı geride bıraktığını biliyoruz.

Geride bırakılan ise, altını çizmek gerekirse, genç devrimcilerin yiğitliği ya da cesareti değildir.

Her eylem tarzı, bir stratejik modelden çıkar. Bir eylemin hedefi, zamanlaması, tarzı ve araçları da kendisine kaynaklık eden stratejiyle en üst düzeyde uyum içermek zorundadır. “Öncü savaşı” ya da “suni denge” modeline oturan, kitlesel kalkışmaları önceleyen ve hatta onu yaratması beklenen müfreze türü eylemler, tam da dayandıkları modelin aşılması nedeniyle, günümüzün toplumsal muhalefetinin ihtiyaçlarına denk düşmemektedir.

“İhtiyaç nedir ve ihtiyaca denk düşen eylem tarzı hangisidir” sorusuna yanıtımız ise çok tanıdık gelecektir. Haziran Direnişi, bir kerteriz noktası olarak, bir “rol modeli” olarak, bir esin kaynağı olarak orada duruyor. Dün Ali Mert’in dile getirdiği gibi, “Gezi aklı lazım bize yine. Hem sakin hem fırlama, ışıltılı, uyanık, meşru... Gezi aklı. Gezi’nin, özgürlük sevdalısı haklı aklı... Ve birlikte yaratıcı eylemi tabii ki...”

***

Peki bu tartışma böylece biter mi?

Şafak ve Bahtiyar’ın anısını saygıyla anıp, iki genç devrimcinin cesaretinden ilham alıp, AKP karşıtı muhalefetin tarz ve yöntemine işaret ettikten sonra defteri kapatabilir, başka işlere bakabilir miyiz?

Görünen o ki, bu pek mümkün değil. Çünkü Türkiye’de solun ve devrimci hareketin tartışması, bir çözüme bağlaması ve kendi eylemine kılavuz tayin etmesi gereken bir strateji sorunu var.

Elbette bir stratejimiz var; “sosyalist devrimcilik”, “iktidar perspektifi”, “öncülük” derken böyle bir stratejiye dayamış oluyoruz sırtımızı. Ancak var olan stratejinin özgül bağlamda yeniden üretilmesi, ülkemizin ve çağımızın koşulları altında nasıl hayata geçirileceğinin incelenmesi, nihayetinde “teori”de saptayabildiğimiz stratejinin “pratik” olarak da oluşturulabilmesi gerekiyor.

Özgül bağlamlı bir devrim kuramının inşa edilmesi, sosyalist devrim stratejisinin Türkiyelileşmesi gerekiyor yani.

Bunun salt teorik süreçlerle, akıl yürütmeyle ya da zihin egzersizleriyle gerçekleşmeyeceği, solun kimi sorunların çözümüne pratik süreçler ve siyasal deneyim içerisinde ulaşabileceği biliniyor. Yine de bazı kavramlar hakkında düşünmek, onları sosyalist devrimci stratejiye eklemlemenin imkanlarını soruşturmak tümüyle faydasız sayılamaz.

Örnek mi?

Türkiye’de geleneksel solun kavram setinde hep eğreti bir yer tutmuş ve ideolojik içeriğinin sınıfsal bulanıklığı nedeniyle ürkütücü olmuş olan halkçılığı, bundan böyle sosyalizm mücadelesinde sağlam ve üretken bir konuma yerleştirmek mesela.

Devrimciliği, marksizmin ya da “bilimsel sosyalizm”in dışına, hadi dışına demeyelim de kenarına itme alışkanlığına karşı, onu marksist teorinin ve siyasal mücadelenin tam ortasına, ait olduğu yere çakmak mesela.

Uzun yıllar liberal ideolojinin sosyalizme saldırısına payanda edilen ve solun jargonundan dışlanma noktasına getirilen özgürlük kavramını, sadece kapsamak da değil, basbayağı sosyalizm mücadelemizin başat hedeflerinden biri haline getirmek mesela.

Örnekler artırılabilir elbette. Ancak sosyalizm mücadelesinin ve iktidar hedefinin, yani sosyalist devrimci stratejinin bu ülkenin mücadele başlıklarına oturtulması, somutlanması, özgünleştirilmesi ve böylelikle toplumsallaştırılması görevi daha fazla kanıta ihtiyaç duymayacaktır.

Eğer katledilen iki genç devrimciye olan borcumuz ödenecekse, Şafak ve Bahtiyar’ı tartışmalarımızın malzemesi haline getirmek yerine, Türkiye’de sosyalist iktidar ve devrim mücadelesinin nasıl başarıya ulaşacağına kafa yormanın asli görev olduğunu biliyoruz.

İlerletici bir eylem tarzının ve anlayışının, tekil eylemler hakkındaki kayıkçı dövüşünden değil, böylesi bir stratejiden üretilebileceğini görüyoruz.

Şafak ve Bahtiyar’ı daha fazla çekiştirmiyoruz. Yiğitlik ve cesaretlerini göğsümüze basıyor, yürümeye devam ediyoruz.

Hesap soracağımız günlere erişmek için daha hızlı çalışıyor, daha çok üretiyor, daha fazla mücadele ediyoruz.

Şimdi işimize, devrimci görevlerimize dönüyoruz.

Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,

ölülerimizin başlarına basarak

yükseliyoruz

güneşe doğru!”