Birtakım işlerin mutfağında değilseniz, özel istihbarat kaynaklarınız yoksa ve önemli mevkilerde yer almıyorsanız, olup biten hakkında akla en yakın değerlendirmeyi yapıp yakın geleceğe bakarsınız.
Bu kadardır.
O zaman söyleyelim: Darbe girişimi bir mizansen değildir… Ama prematüredir; kimi yönleriyle fazlasıyla acemicedir… Buna rağmen mevcut rejim kısa süren bir belirsizlik ve panik durumu yaşamıştır… İşin rengi birkaç saat içinde değişmiştir ve ipler yeniden ele geçirilmiştir…
Yeterlidir.
15-16 Temmuz’da yaşananlar konusunda kuşkusuz yeni gerçekler ortaya çıkacak, değerlendirmeler yapılacaktır. “Önemsizdir” demiyoruz; ama yaklaşık 12 saatlik bir zaman diliminin ayrıntıları bizi gereğinden fazla meşgul etmemelidir.
Asıl odaklanılacak nokta “ya bundan sonrası” sorusudur…
***
Bundan sonrası?
Siyasal partileri, bu partilerin önde gelenleri, siyasal parti dışı kurumları, yazarları ve yorumcularıyla “liberal” diyebileceğimiz çevrenin beklentileri aşağı yukarı bellidir:
Yaşanılan musibet iyiye doğru yeni bir gidişin önünü açabilir… Rejim de kendine birtakım dersler çıkarmış olmalıdır… Bir darbe girişiminin “atlatılmış” (?) olmasıyla ortaya çıkan atmosfer, saflaşmanın değil uzlaşmanın, inatlaşmanın değil diyalogun tercih edildiği; yıpranmış, yara almış demokrasinin ve uluslararası ilişkilerin onarıldığı yeni bir Türkiye’ye geçiş için vesile olabilir…
Olabilir mi?
“Pek” de değil, hiç mümkün görünmüyor.
Görünmüyor; çünkü AKP Türkiye’sinin de bir parçasını oluşturduğu dünya kapitalizmi ekonomik krizin yanı sıra siyasal-ideolojik kriz içindedir. Bildiğimiz liberal-demokrat çerçeve, bu krizin ortaya çıkardığı merkezkaç güçlere sınır çizip bunları massedememektedir.
Hatırlayalım: Thomas Carlyle 19. yüzyıl ortalarında iktisat için “şom ağızlı bilim” (dismal science) demişti; günümüzde ise yalnızca Türkiye değil dünyanın hemen her yeri için “siyaset bilimi” bu hale gelmiştir.
En başta bu nedenle hiç mümkün görünmüyor.
***
Tekrar: Bugün dünya kapitalizmi siyaset-ideoloji alanında da normali ve istikrarı bulamamaktadır.
Kapitalizmin bugünkü durumunu 1919’dan 1939’a, yani Versay Anlaşması’ndan Nazilerin Polonya’yı işgaline uzanan dönemle karşılaştırabiliriz. Dönemin tam ortasında patlak veren büyük bunalımın yanı sıra, dünya kapitalizminin siyasal-ideolojik planda merkezkaç kuvvetlere fazlasıyla açık olduğu bir kesittir. “Normal” bulunamamakta, “istikrar” sağlanamamaktadır.
Açık ya da aralık duran kapılardan fırlayanlar çıkmaktadır…
Kapitalizm, aradığı normali ve istikrarı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bulabilmiş; refah devleti politikalarıyla, buna tekabül eden belirli bir demokrasi ve özgürlük anlayışıyla işi 70’lerin sonuna kadar götürebilmiştir.
Daha sonraki dağılma eğilimleri, adeta bir bonus gibi gelen sosyalist sistemin çöküşüyle merkeze çekilmiş, en yeni (ve bu kez nihai) normalin, içeriği sosyal yönden zenginleştirilmiş bir liberalizmle bulunduğu düşünülmüş/iddia edilmiştir.
Bu da on yıl sürmüştür.
Bugün ise dünya kapitalizmi 1919-1939 dönemini andıran bir süreci yaşamaktadır.
Bir ihtimal, aradığı dengeyi ve istikrarı yeni bir savaşla bulmaya çalışmasıdır.
Ama o zamana kadar kendi içinden ciddi boşluklar üretmeye devam edecektir.
Bu boşluklardan fırlamaya çalışanlarla birlikte…
***
Türkiye’ye dönersek, Saray, böyle bir dünyada akıntıya kürek çekmemekte, dünya bambaşka bir yere giderken aksi yönü zorlamamaktadır.
O da günümüz kapitalizminin ürettiği boşluklardan kendince fırlamak istemekte, bunu denemektedir.
“O kadar da değil”, “fazla gittin” diyenler, ayar vermek isteyenler vardır elbette; ama bu bile Saray’ın bugünkü dünya sisteminin doğasına ters düşen şeyleri zorlamadığı, fiilen var olan boşluklara oynayıp bunlardan yararlanmak istediği gerçeğini değiştirmez.
Sonuçta, liberal kesimin beklentilerinin gerçekleşmeyeceğini söylemiş oluyoruz.
Önemli bir not daha: Saray’ın uluslararası ilişkilerdeki bozulmaları onarmaya yönelik girişimlerinin (ki olacaktır) içeriye de olumlu yansımalarının olması beklenmemelidir.
Yazı uzadığından, önümüzdeki dönemde dikkate alınması gereken kimi “sonuçları” sıralayarak bitirelim:
Birincisi: Uluslararası güç odakları ve büyük sermaye, dünya kapitalizminin bugünkü durumunda “ipini çekme” ve “mahkûm olma” uçları arasında pragmatist davranacak, ne çıkarırsam, nereye taşırsam kârdır mantığıyla hareket edecektir.
İkincisi: Türkiye’de “halk İslam’ı”, “zararsız mütedeyyin”, “başörtülü teyze” vb. söylemler artık terk edilmelidir. Böyle kesimler hiç olmadığı, söylenenlerin gerçekte hiçbir karşılığı olmadığı için değil… Bu kesimlere düşman olalım diye de değil; başka bir siyasal kural nedeniyle: Her kesimin kendi ortalaması, en azından duygusal olarak, kendi ucuna ve militanına meyleder.
Üçüncüsü: Türkiye’de burjuva demokrasisi seküler içeriğini artık yitirmiştir. Bundan böyle demokrasi ezanla, tekbirle; çember sakal, takke ve entariyle birlikte anılacaktır. Dahası, iktidarın ötesinde, meclisteki muhalif partiler içinde de bu durumu kabullenenler çıkacaktır.
Dördüncüsü: Darbe girişiminin bastırılmasının, darbelerin köküne kibrit suyu döktüğü sanılmamalıdır. “Böyle darbe mi olur” sözlerinin “darbe olmamalı” düşüncesine bu kadar baskın çıkması bir işaret sayılmalıdır. Kapitalizmin bugünkü boşluklarından fırlama fikrinin sadece Saray’a özgü olduğu da sanılmamalıdır.
Beşincisi: Türkiye solunda Gezi’ye yapılan atıflara yeni bir içerik kazandırılmalıdır. “Biz Gezi’den çıktık” iyiydi, güzeldi ve doğruydu; ancak hep böyle gitmesi mümkün değildir. Gezi’den “çıkanların”, sabırlı ve mümkün olduğunca geniş bir örgütlenmeye yönelmeleri gerekmektedir.
Yerli yersiz kullanıldığı için gına gelen o söz bugün belki de en fazla Türkiye solu için geçerlilik taşımaktadır. Küçük bir değişiklikle:
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmamalı…”