Eskiden de böyle miydi?

Sol hareketin 1980 sonrası kuşağının sorduğu en anlamlı sorulardan biridir: “Eskiden de böyle miydi?”

Soruda kastedilen, siyasetin günümüzdeki aşırı hızlı akışı, iç ve dış gündemlerin neredeyse ayrılamaz biçimde iç içe geçmesi, başlarda yer verilen bir meselenin üst sıralardan çabucak düşüp yerini bir başkasına bırakması ve gündem değişikliklerinde siyasal iktidarın şu ya da bu çıkışının fazlaca belirleyici olmasıdır…

Eskiden de böyle miydi?

Değildi ya da “bu kadar” değildi…

O zaman, nedenlerine eğilmek gerekir.

***

60’larda ve 70’lerde Türkiye’nin bir “düzeni” vardı.

Şunu kastediyoruz: Ülkenin dünya emperyalist-kapitalist sistemi içindeki yeri, ortak bir paradigma olarak “kalkınma”, sermaye sınıfının kendi vizyonu ve sınıf mücadelelerine yaklaşımı gibi parametreler, siyasal iktidarlara çok katı denemese bile belirli sınırlar çiziyordu. 60’ların başındaki koalisyonlardan 70’lerin sonundaki Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine kadar siyasal iktidarlar oyunlarını bu sınırlar içinde oynuyorlardı.

Emperyalist sistemin çizdiği sınırlar az çok belliydi…

Sermaye sınıfı pek çok başlıkta “son sözü” kendisinin söyleyeceğini biliyordu…

Bu bakımdan, o dönemlerde Türkiye’nin bir “düzeni” vardı.

Bugün yok mu?

60’lara ve 70’lere kıyasla bakarsak pek çok açıdan yoktur…

Emperyalist-kapitalist sistemin 2008 yılından bu yana süren krizi, buna eklenen “insani krizler” ve jeopolitik belirsizlikler, AKP gibi öznelerde cahil cesaretiyle karışık, yer yer sınır aşan “fırsattan yararlanma”, içte ve dışta zorlanabilecek her yeri zorlama girişimciliğine zemin oluşturmaktadır.

Ülkedeki sermaye sınıfı 1950’lerden bu yana ilk kez, kendi temel taleplerini karşılamakta kusur eylemeyen bir iktidarın “başka işlerine” hiç karışmamayı tercih eden bir konuma razı durumdadır.   

Ve elbette günümüzde “Kürt sorunu”, geçmiş dönemlerdekine göre inanılmaz ölçüde farklı ve büyük boyutlar kazanmıştır.

Bu koşullarda “düzen” tanımı güçleşmektedir.

Sekiz yıl önceki bir değerlendirmede yazılmış olduğu gibi:

“60’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’nin düzeni çözümlenebilirken sol da canlıydı ve toplumsallaşma alanında önemli sayılabilecek hamleler gerçekleştirebiliyordu. İkisi arasında ilişki vardır: Sol muhalefet veya solun toplumsallaşması, en azından Türkiye örneğinde yerleşik, oturmuş ve çözümlenebilir bir düzeni temel almış, bunun üzerinde yükselmiştir. Geçiş ve belirsizlikler dönemi ise, gene en azından Türkiye’de kitlesel bir pelteleşmeye ve dağınıklığa yol açmaktadır. Böyle bir döneme baştan güçlü bir sol siyasal özne ile girilmiş olması durumunda işin rengi elbette çok daha değişik olabilirdi. Ancak günümüzün gerçekliği açıkça ortadadır: Sol, kendini pek de elverişli olmayan bu geçiş ve belirsizlikler ortamında kurmak ve toplumsallaşmak gibi güç bir görevle karşı karşıyadır.” (Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’nin Düzeni”: Var mı? Gelenek sayı 99, Mayıs 2008, s. 23).

***

Yukarıdaki alıntının günümüz için yeniden kontrol edilmesi gereken yanları olabilir.

Orası ayrı…

Ama alıntıda “solun kendini kurması” gerekliliğinden de söz ediliyor.

Bu noktada önemli olduğunu düşündüğümüz bir ayrıma işaret etmek istiyoruz:

AKP iktidarının alaşağı edilmesi, “rejiminin” toprağın derinliklerine gömülmesi görevi ile Türkiye sol hareketinin yeni ve daha ileri bir evreye sıçraması arasında önemli bağlar olduğu açıktır; ancak bunların ikisi bir ve aynı şey değildir.

Konunun başka yönleri bir yana, en azından iki görevin gerektirdikleri arasında temel denebilecek bir farklılık vardır: İlki için (AKP’nin götürülmesi) güçlerin bir araya gelmesi, bir cephede buluşulması, ortak bir direnç hattı örülmesi vb. yeterli olabilir…

İkincisi (sol hareketin ileri bir evreye sıçraması) ise bizce bunun ötesinde bir harmanlanmayı da gerektirmektedir.    

“Harmanlanma” derken ne kastedilmektedir?

“Harmanlanma” denilen şey müktesebat terkini zorunlu kılmakta mıdır?

Elmalarla armutlar bir araya gelsin mi istenmektedir?

Bunlar, ileride ayrıca ele alınıp tartışılması gereken sorulardır; ancak son ikisine yanıtımızın “hayır” olduğunu belirtip öyle bitirelim.