Eşitlik savaşçısı: Hukuk, toplumsal gelişmenin gerisinde kaldığında…

Günümüzde Amerikan Yüksek Mahkemesi’nde (Anayasa Mahkemesi) yargıç olarak görev yapmakta olan kadın hakları savunucusu hukukçu Ruth B. Ginsburg’in yaşamının ilk dönemlerinden kesitleri perdeye getiren Eşitlik Savaşçısı (On the Basis of Sex) adlı Amerikan yapımı, hukuk zeminindeki mücadeleler ile toplumsal gelişme arasındaki ilişki konusunda dikkate değer vurgular içeren bir film.

‘Mahkeme filmleri’, Hollywood’un özellikle bir dönem rağbet ettiği türlerden biriydi. Bu filmlerin belirli bir toplumsal sorun odaklı olanları, genellikle bir avukatın veya duruma göre bir savcının metanetli çabalarının, erdemli bir yargıcın veya jüri üyelerinin vicdanı nezdinde karşılığını bulması üzerinden anlatılarını kurarlar. Yani bu filmlerde sorunun çözümü esasen, mahkeme salonunda karşı karşıya gelen tekil bireylerin performanslarına, kararlarına tam bağımlı olarak kurgulanır; diğer bir deyişle, sorun tekil bireyler sayesinde çözümlenir. Dün (Cuma) vizyona giren Eşitlik Savaşçısı da olay kurgusu açısından ilk bakışta böylesi Amerikanvari, Hollywoodvari bir film gibi görünse de aslında bu konvansiyonun dışına taşıyor, sorunun çözümünü toplumsal bağlam ile ilişkilendirmeye çaba sarf ediyor.

Ruth, 1950’lerde Harvard Hukuk Fakültesi’ni kazanmış evli ve çocuklu genç bir kadındır. Kadın olduğu için hem hocaları, hem de bizzat dekan tarafından hor görülse de derslerde üstün bir performans gösterir. Ancak mezun olduğunda yine de hiçbir avukatlık bürosu onu işe almaz. Filmin 1970’lerde geçen ikinci yarısında ise Ruth’u önce kadın hakları ve hukuk konusunda eğitmen olarak çalışırken görürüz; kızı ise kadın hakları mücadelesine aktivist olarak katılmış bir öğrencidir. Derken yaşlı annesinin bakımını üstlendiği için vergi indirimine başvurmuş ama kanunlar bakıcılığı yalnızca kadınlara özgü saydığından bu talebi reddedilmiş bekar bir adamın avukatlığını Ruth gönüllü olarak, ücret talep etmeden üstlenir. Ruth’un niyeti bu ironik dava üzerinden kanunlardaki cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmaya girişmektir.

Filmin kilit noktası, Ruth’un argümanını, nafile biçimde yargı içtihatları arasında kendi lehine bir emsal aramaktan vazgeçip mevcut hukuk mevzuatının artık toplumun gerisinde kaldığına ve dolayısıyla mahkemenin kararını geçmiş emsallere dayandırmak yerine yepyeni bir emsal oluşturması gereği üzerine kurmaya karar vermesinde yatıyor. Filmde bu toplumsal gelişmenin toplumsal mücadeleler sayesinde sağlanmış olduğuna Ruth’un kızının katıldığı protesto gösterileri üzerinden işaret ediliyor. Öte yandan özellikle bir sahnede arka fonda bir kadının kucağına başını yaslamış bir erkek fotoğrafı içeren bir reklam panosunun kadraja girmesi ile ise toplumsal cinsel kimliklere atfedilen rollerin yeniden tanımlanmış biçimlerinin artık metalaşmış dahi olduğu ima ediliyor.

Eşitlik Savaşçısı, yönetmeni Mimi Leder’in kariyerinin Derin Darbe (Deep Impact, 1998) gibi birkaç ana akım Holywood filminin yanı sıra esasen televizyon odaklı oluşundan da bekleneceği üzere sinema dili açısından kayda değer bir özellik barındırmayan bir çalışma. Ancak Daniel Stiepleman imzalı senaryosunun yukarıda açımlamaya çalıştığım incelikleri onu, yüksek beklentilerle gitmemek kaydıyla benzer Amerikan yapımları içinde nispeten ayrıksı ve seyre değer bir konuma oturtuyor.

2018’te Türkiye Sineması

Türkiye sinemasında seyirci sayıları açısından 2014-2016 arasında yaşanan gerilemenin geçen yıl başlayan tersine dönme eğilimi bu yıl da ivmelenerek sürdü ve 27 Aralık itibariyle yıl boyunca yerli filmlere bilet alan izleyici sayısı 43.6 milyona ulaştı (geçen yıl bu rakam 40.3 milyondu). Ancak yine de bu rakamın Yeşilçam’ın can çekiştiği, son nefesini vermek üzere olduğu 1980’lerin başındaki düzeyde olduğunu, örneğin 50 milyonun üzerinde seyirci rakamlarının söz konusu olduğu 1970’lerin sonlarındaki kriz düzeyine bile ulaşamadığını söylemek gerek. Ayrıca bu sayının iç dağılımı yine az sayıda filmin ağırlıklı olduğu dengesiz bir dağılım sergiliyor: Yerli filmlere satılan toplam bilet sayısının üçte birinden fazlası (% 35) yalnızca üç filme (Müslüm Baba, Arif v 216 ile Ailecek Şaşkınız) ait. Geçen yıl bu oranın %40 gibi bu yılkinden de yüksek iken bu yıl biraz düşmüş olmasının sebebi ise bir milyondan fazla izleyiciye ulaşan yerli film sayısı geçen yıl yedide kalmışken bu yıl ona ulaşması.

Bu yıl vizyona giren 169 yerli filmden 52’si (% 31) 200’den fazla salonda, 53’ü (% 31) 50-200 arasında salonda, 64’ü ise (% 38) 50’den az salonda izleyici karşısına çıkabildiler; geçen yıl da bu oranlar yaklaşık olarak aynı seviyelerdeydi.

 Türkiye sinemasına bu nicel verilerin dışında niteliksel olarak baktığımızda ise yılın öne çıkan filmi kuşkusuz Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı. İlk uzun metraj sinema filmlerini çeken genç yönetmenlerin çalışmaları arasında ise Banu Sıvacı’nın Güvercin’i ve Mehmet Ali Konar’ın Renksiz Rüya’sı (Hewno Bêreng) ile Emre Erdoğdu’nun Kar’ı kanımca yılın en iyi yerli filmleri arasında anılmayı hak ediyorlar ve Ahlat Ağacı’yla birlikte benim nezdimde yılın “kare asını” oluşturuyorlar. Yılın dikkate değer diğer yerli filmleri arasında Sofra Sırları, Mahalle, Arada, Son Çıkış ve Borç’u sayabilirim ki bunlardan Sofra Sırları ve Son Çıkış hariç diğerleri yine hep genç yönetmenlerin ilk uzun metraj çalışmaları. Kişisel olarak favorilerim arasında yer almasalar da değerli oyuncu Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik denemesi Daha ile Tolga Karaçelik’in Kelebekler’inin de pek çok eleştirmen tarafından beğenildiklerini ve özellikle Kelebekler’in Ahlat Ağacı’nın ardından yılın bağımsız yapımları arasında seyircilerden en fazla ilgi göreni olduğunu eklemem gerek.