Erdoğan’a ayar ve kırmızı çizgiler

Ülkedeki genel siyasal durumu sağlıklı biçimde değerlendirmek istiyorsak elbette belirli temellerden yola çıkacağız.

Kimi yorumcular için bu tür temellere gerek yoktur; bu temeller, mevcut duruma göre “soyut” ve “teorik” kalmaktadır. Onlara göre durum, mevcut verilerden ve gerçeklerden hareketle değerlendirilmeli, ardından kimi olasılıklara işaret edilmelidir, o kadar… 

Böyle düşünenleri geçersek, geriye sosyalistler, belirli bir Marksist formasyona sahip olanlar kalıyor. Ne var ki, böyle olunduğunda sorunlar bitmiyor; yani bu formasyona sahip olanlar da durum değerlendirmelerinde farklı yerlere düşebiliyor. 

“Tek neden” denemese bile, bizce bu farklılıkların önemli nedenlerinden biri şu “belirleme/belirlenme” kavramının nasıl yorumlanıp somut ülke gerçekliğine nasıl uygulandığıyla ilgilidir. Örneğin, üretim tarzı, sınıf egemenliği, emperyalizm ve onun yeni hali “küreselleşme” gibi kavram ve olguları üstelik en soyut düzlemlerde alıp bunların bir ülkede ne olup bitiyorsa hepsini doğrudan belirlediğini düşünmek bir yoldur. 

Bizce doğru olmayan, üstelik sakıncalı bir yol… 

İşin teorik kısmını fazla uzatmayıp kendi görüşümüzü özetleyelim: Üretim tarzının, sınıf egemenliğinin, emperyalizmin ve “küreselleşmenin” belirleyiciliği, ölçek büyüdükçe (dünya) daha belirgin ve doğrudan özellikler kazanır. Ölçek küçüldükçe (ülke) bu belirleyicilik daha dolaylı ve karmaşık biçimlerde gerçekleşir.

Ülke ölçeğine inildiğinde, temel belirleyiciler kadar önem kazanan başka olgularla karşılaşırız: Ülkenin tarihsel şekillenişi, devletin özellikleri, ideolojik ve kültürel yapılanmalar, jeopolitik konum, sınıfların mevzilenmesi, ekonominin durumu, vb. 

Temel belirleyiciler bunları görünce elbette “o zaman ben gideyim” demez;  demez ama kendi belirleyici etkileri burada artık doğrudan değil dolaylıdır; daha çok, kırmızı çizgiler çizer, sınırları ve çerçeveleri belirler.  

Türkiye’de özellikle son 5 yıldaki gelişmeleri doğru anlamada kendi başına yeterli olmasa bile gerekli ilk adım bunun kabullenilmesidir. Yoksa Tayyib’in üstü daha çok “çizilir”, Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike hep “Syrizacılık” olur, ülkede her taşın altında bir Soros bulunur ve emperyalist odaklarla ülkedeki sermaye sınıfının bir “CHP-HDP” iktidarı istediği bile düşünülür… 

***

24 Haziran seçimleri öncesinde yapılan değerlendirmelerden biri, AKP rejiminin “neo-faşizmi kurumsallaştırma” sürecinde olduğuna ilişkindi. 

24 Haziran sonuçları, bu değerlendirmeyi geçersizleştirecek bir duruma işaret etmemektedir. Ancak, bu kurumsallaşmanın öznesine baktığımızda, ne kadar önem taşıdığı şimdilik tam kestirilemeyecek bir farklılığın ortaya çıktığı kanısındayız.  

Görebildiğimiz kadarıyla, AKP’nin ve Erdoğan’ın devletin bizatihi kendisi olma niyetlerine ondan daha köklü başka bir “devletlû gelenek” tarafından belirli bir şerh düşülmüştür. Bu, “yapma” değil, “yapılacaksa birlikte yapalım” şerhidir. Tarihsel sicilini daha gerilere gitmeden Recep Peker, Saraçoğlu, Milli Birlik Komitesi 14’leri, Feyzioğlu-Güven Partisi şeklinde dökebileceğimiz bu gelenek, bugün MHP ve İyi Parti tarafından sürdürülmektedir.

Kısacası,24 Haziran seçim sonuçlarının, “devlet benim” diyen bir otokrata bir başka devletlû kesim tarafından verilen “biz de varız” ayarı şeklinde de okunabileceğini söylüyoruz. 

Neyi ne kadar birlikte götürebileceklerini, ederlerse nerede kavga edeceklerini şimdiden bilemeyiz. Asıl gücün Erdoğan’ın elinde olduğu kesindir; ama Cemaat deneyiminden sonra bir de böyle bir “bloka” mecbur kalmasının Erdoğan’ın canını sıktığı da…

***
Yazının başındaki “teorik” kısma dönersek… 

Emperyalizm ve sermaye sınıfı ne 2013’te Tayyip Erdoğan’ın üzerini çizmiştir ne de 24 Haziran seçimleri sonucunda ortaya çıkan tabloyu doğrudan kendisi yaratmıştır. Ne Erdoğan’ın mutlak iktidarı, ne bir şekilde düşürülmesi, ne de birileriyle ortaklık kurması yolunda peşin bir tercihi vardır. 

Ama bu olasılıkların her biri için kendi kırmızı çizgileri, sınırları ve çerçeveleri vardır. “Bir şey” diyorsa, en fazla “bu çizgileri aşmadan ne yaparsanız yapın” diyordur. 

Kırmızı çizgilerden birinin “gerçek demokrasi” olmadığı da kesindir…