Not: Bu yazı BirGün gazetesinde 11 Mayıs 2011 tarihinde yayınlanmıştır. Yeniden yayınlanmasına iki nedenle gerek görülmüştür. Birincisi, CHP’nin özellikle İstanbul’daki seçim başarısına eşlik eden “Bak gördün mü, başka söylemler ve davranışlarla bu iş olabiliyormuş” eğiliminin sol içinde yeni bir “anti-elitizm” dalgası yaratma ihtimalidir. İkincisi, “beğenme” özelliğini fazlasıyla tasarruflu kullanan çok eski arkadaşım Orhan Koçak bile bu yazıyla ilgili beğenisini o zaman iletmiş olduğundan yazının “iyi” sayılabileceğine ilişkin kanaatim güçlenmiştir.
Marksistlerin, kendi halkından ve o halkın değerlerinden kopuk; yaşam tarzları, ahlak anlayışları ve beğenileri bambaşka “elit” bir kesim oluşturdukları, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı, özellikle soğuk savaş döneminde yaygınlaştırılan bir iddiadır.
Türkiye’ye bakarsak, konunun ilginç denebilecek iki yönü vardır. Birincisi, anti-komünizmin bu beylik söylemi bizde daha önceleri pek fazla duyulmazken 1980’den günümüze uzanan dönemde tepe tepe kullanılmıştır. Bugün de böyledir. İkincisi ve daha ilginci şu: Söylem, bir zamanlar yalnızca tescilli anti-komünistlerin ağzında dolaşırken, bugün kendilerini Marksist sayanların da dilindedir. İşin tuhaf yanı, bir kesim sosyalistin başka sosyalistleri “elit” veya “elitist” bulmasının ötesinde, doğrudan kendini böyle tanımlayıp ağlaşan sosyalistlerin bile çıkabilmesidir.
Bireysel bazda alındığında, işin içinde elbette dolaylı yoldan bir tür psikolojik rahatlama güdüsü de vardır: Kişi, “halktan kopuğum”, “elitim” veya “ben de bir beyaz Türküm” diye dövündüğünde, aynı zamanda kendi eğitiminin, bilgisinin, çeşitli alanlardaki zevk ve beğenilerinin çok gelişkin olduğunu da söylemiş olmaktadır!
Böylece, ünlü bir deyiş tersine çevrilmektedir: “Sosyalistin merdi, zaafını anlatırken kendini över…”
Burasını geçelim.
***
Son dönemde hayli moda olan “elitlik” dövünmelerinin gerisi kurcalandığında karşımıza çok daha temel bir gündem maddesi çıkar: Özne ile içinde bulunduğu yapı arasındaki ilişkinin kurgulanışı…
Yerli yersiz “elitlik” dövünmelerinin temelindeki kurgu şudur: Ortada, kendi iç bütünlüğü, yönü peşinen çizilmiş dinamikleri ve özellikleri olan bir “yapı” var ve ben de “dışsal", “başka”, “yabancı” veya “aykırı” bir varlık olarak o yapının üzerine “eklenmişim”, yanına “konulmuşum” veya onunla “bitiştirilmişim…”
Bu dikotomik veya düalist (ikiye bölen, ikici) yaklaşım, verili yapının kendi içinden, kendi dinamikleriyle “aykırı” veya “farklı” olanı da ortaya çıkarabileceğini görmez, göremez. Yapı, su geçirmez, farklı olanı içermez ve üretmez sıkılıkta bir bütündür. Dolayısıyla, “dışsal”, “farklı” ve “aykırı” olan, bu yapıya en çoğu “iliştirilebilir”, onun “yanına eklenebilir”.
Peki, bizim “yapımız” veya “toplumumuz”, örneğin iyi bir eğitimi, gelişkin düşünceyi, sorgulayıcılığı ve çeşitli alanlarda “rafine” beğenileri davet edecek iç dinamiklerden büsbütün yoksun mudur? Henüz “marjinal” sayılmaları, bu özelliklerin yapıyla hiç ilişkisi olmayıp tamamen “dışsal” ve “yabancı” kaldıklarını mı gösterir?
Böyle deniyorsa, bilin ki karşımızda oryantalizmin bir versiyonu durmaktadır.
Oysa bir yapının (toplumun) özgünlüğü veya özgüllüğü ne olursa olsun, eğer o yapıya sermaye birikim süreçleri, bu süreçlerle birlikte gelişen sınıfsal konumlanmalar ve mücadeleler damgasını vurmaya başlamışsa, buradan “aykırı” ve “farklı” olan da çıkacaktır. “Batılı” düşünce sistemleri ve yaklaşımlar dışarıdan gelmiş olsalar bile, bunlar sonuçta “içerden” gelişen süreçlerle kaynaşırlar ve kaynaştıkları ölçüde “dışarıdan” olmaktan çıkarlar.
Yok, eğer böyle değilse, egemenlerin yıllar yılı dillerine doladıkları “kökü dışarıda olma” yakıştırmasını sineye çekmekten başka yapacak iş kalmaz.
***
“Bunlar, kolejlerde okumuşlardır. Yazlarını Bodrum’da geçirirler. Keçi sakal bırakıp fular takarlar ve ağızlarında pipoları entel barlarda ‘cinsel özgürlük’ meselelerini tartışırlar…”
Bu sözler uydurma değildir. 1987 yılında, bu satırların yazarının da içinde yer aldığı bir topluluğun (Gelenek) özellikleri olarak, ismini vermiyorum, bir sol dergide yazılmıştır. Tesadüf olması mümkün değildir: O sıralar TRT’de dizi olarak yayınlanan, senaryosu Attila İlhan’a ait Yarın Artık Bugündür benzer değini ve mesajları bolca içermektedir. Özetle sol, anti-komünizmin beylik silahlarından birini 1980 sonrasında temellük etmiştir ve can sıkıcı söylemler o günden bu yana sürmektedir.
“Batı etkisi”, “batıya öykünme”, “mukallitlik” vb. vb.
Sinemayı alalım. Batı sinemasının etkisi, bu anlamda “dışsallık” olsa bile, sözgelimi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Dondurmam Gaymak veya Beynelmilel, bu toplumun kendi dinamiklerinin ve duyarlılıklarının tamamen dışında mıdır? “Yapının” kendi iç deviniminde herhangi bir yere hiç değmemekte midir? Ahmet Uluçay, Yüksel Aksu ve Sırrı Süreyya Önder halktan kopuk, batı mukallidi, “elit” ve “entel dantel” kişiler midir?
Bir yazın türü olarak romanın Batı Avrupa’da ortaya çıktığını, bu kıta tarafından şekillendirildiğini hep biliyoruz. Eğer bu köken mutlak belirleyici ise, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i nereye koyacağız? Roman “batı işi” diye, Cemile, Bekçi Murtaza veya İnce Memed de bu topraklardan kaynaklanmayan “yapıntı” ve “iliştirme” figürler mi sayılacak?
***
İsteyen yapabilir; şahsen ben yok’um.
İsteyen “halkla kaynaşmak” ve “elit olma” damgasından kurtulmak için halkın çok tuttuğu televizyon dizilerini izleyebilir, Recep İvedik filmlerine gidebilir, meyhanede oturduğunda çalgıcılardan “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını isteyebilir veya nefsini terbiye edip bir dönemki “elitist” beğenilerinden arınmak için inzivada çile doldurabilir.
Ama kimsenin yapacağını sanmıyorum. Çünkü ortada gerçekten “elit” kalmazsa, bir zamanlar elitizmden yakınanlar arasında şair olanlar şiirlerini, romancı olanlar romanlarını okutacak; siyasetle iştigal edenler de laflarını dinletecek kimse bulamayacaktır.