TİP’in geçenlerde Ankara’da gerçekleştirdiği toplantının katılımcıları arasında TOKİ işçileri de vardı. Direniş deneyimi yaşamış işçilerden Ömer Özkaya konuşmasında işçilerin hareketlenmesinde iki temel etmenin rol oynadığını söyledi: “Cesaret” ve “bıçağın kemiğe dayanması”…
TOKİ işçileri ve yaşadıkları söz konusu olduğunda “içerden” gelen bir kişinin bu tespiti mutlaka bir gerçeği yansıtmaktadır; orada bırakılmayıp üzerinde durmaya ve biraz daha açmaya değer önemdedir.
***
Öncelikle, belirli bir sektörde/işkolunda/işletmede çalışanların sergiledikleri direniş örnekleriyle, sınıfın büyükçe bir kesiminin hareketliliği arasında fark gözetilmesi gerektiği kanısındayız. Örneğin 500 kişinin çalıştığı bir işyerinde cesaret ve bıçağın kemiğe dayanması kuşkusuz hareketlendirici, direnişe yöneltici etmenler olabilir.
Sözü edilen etmenleri bu ölçekte tespit edebilir, ölçebilir ve aralarındaki ilişkiyi çözümleyebiliriz. Ancak, ölçek büyüdükçe ülke genelindeki başka pek çok etmen daha devreye girer. O zaman, belirli bir rol oynasalar bile cesaret ve bıçağın kemiğe dayanması bütün bunların arasında “seçilemez” duruma gelir.
Örneğin, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi eylemliliği salt cesaretle açıklanamayacağı gibi “bıçağın kemiğe dayandığı” bir durumdan söz etmek de mümkün görünmemektedir.
Cesaretin ve bıçağın kemiğe dayandığı durumların tetiklediği eylemlerle, bu iki etmenin başka etmenlerle harmanlandığı daha genel ve büyük ölçekli eylemler elbette birbirine alternatif değildir. İlkine “yetersiz”, ikincisine ise “işte bu lazım” deyip işin içinden çıkamayız. Nitekim Türkiye’de 1960’ların ve 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran işçi sınıfı hareketliliği gökten inmemiş, cesaretin ve “bıçağın kemiğe dayanmasının” belirleyici olduğu küçük ölçekli direnişlerin üst üste birikmesiyle ortaya çıkmıştır.
Toparlarsak, Türkiye’de son dönemde yaşanan küçük ölçekli işçi direnişlerini bir vadede gündeme gelecek daha geniş kapsamlı bir sınıf hareketliliğinin (ve hareketinin) habercileri saymak mümkündür.
***
TOKİ direnişçisi Özkaya toplantıda başka bir şey daha söyledi: Nezaretteyken polisler kendilerine “siz işçisiniz, sizin eliniz kısa, bir şey elde edemezsiniz, oturun oturduğunuz yerde” diyormuş…
“Sizin eliniz kısa…”
Türkiye’de böyle bir sözü 1960’ların Kavel işçilerine, 1970’lerin DGM’ye karşı direnen işçilerine, bunları geçtik 1991’de Zonguldak’tan yürüyen madencilere kimse söyleyebilir miydi?
Kritik nokta, bizce buradadır.
Bugün işçinin eli “kısa kalıyorsa” (ki öyledir) bunun nedeni, sınıfın direniş ölçeğinin sınırlı kalması, genel olarak toplumun muhalif kesimlerinin ise sınıfa ve sınıf dinamiğine eskisi kadar önem atfetmemesidir. Hiçbir tarafın özel eksiğinden ve kusurundan söz edemeyeceğimiz nesnel bir durumdur. Aşılması ise, toplumsal muhalefetin işçi sınıfının varlığı ve önemi konusunda “eğitilmesiyle” değil, sınıfın etkisinin kendini her kesime kabul ettirecek ölçeğe ulaşmasıyla mümkündür.
1960’ların “Türkiye’de işçi sınıf var mı yok mu” tartışmaları sonunda böyle aşılmıştır.
1970’lerde toplumun muhalif her kesimi işçi sınıfına baktıysa bir anda hidayete erdiklerinden değil sınıf gerçeğinin kendini dayatmasındandır.
***
Son olarak, kimi sol-sosyalist kesimleri kızdırma pahasına iki noktaya daha değinelim.
Birincisi: Sınıfı tanımlamada kullanılan “üretimden gelen güç” deyişi daha fazla sorgulanmalıdır. Günümüz kapitalizminin böyle bir gücü etkisiz kılmanın yollarını bulduğu ortamlarda, işçi sınıfının tarihsel misyonuna hiç atıfta bulunmadan “üretimden gelen güç” deyip durmak bir tür ekonomizm sayılmalıdır.
İkincisi: Sergey Bondarchuk imzalı 1983 yapımı “Dünyayı Sarsan 10 Gün” filminden esinlenen “basit düşünen, ama bilinçli işçi” tipolojisini (*) kritik dönemeçler ve yol ayrımları dışında her zaman ve her yerde aramaktan vazgeçilmelidir.
Yoksa daha çok bekleriz.
(*) “Bana bak kardeş, anlamıyorsun, iki sınıf var, görmüyor musun? Proletarya ile burjuvazi” (bkz. John Reed, Dünyayı Sarsan 10 Gün, çeviren: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi 1968, s.159).