Ekonomik kriz ya da bekçileşme ekonomisi

Geçen hafta iki veri açıklandı. Bir tanesi 2018 yılının son çeyreğindeki GSMH’deki düşüş oranı. Ardından da işsizlik oranları. GSMH son çeyrekte %3 küçüldü, işsizlik oranları da aynı çeyreği temel alırsak Eylül 2018’de %11.4 iken Aralık 2018’de %12,7’e yükseldi. İki rakamın arasındaki değişim bir nevi GSMH ile işsizlik arasındaki bağı çıplak olarak göstermekte.

Türkiye’nin nüfusunun son yıllarda artış hızı her ne kadar düşse de, nüfus piramitinde özellikle 15-30 yaş arasında bir şişkinlik var. Yani istihdama her yıl nüfus artış hızından daha fazla insan katılıyor. Bu durum Türkiye’nin her %2.5-3 oranında büyümesinin sadece var olan işsizlik rakamlarını stabil tutmasına yarayacağını gösteriyor. Bunun altı işsizlik oranında artış demektir. Hele hele büyümedeki düşüş bu süreci hızlandırmaktadır.

Peki, bu süreç devam eder mi? Herkesin merak ettiği, hatta bizleri bu işin uzmanı sayıp bu sıkıcı yazıları okumasının nedeni buna dair yorumları/gerçekleri öğrenebilmek.

Bu sorunun yanıtı için bazı verileri paylaşmak gerekiyor. Öncelikle sürekli olarak ekonominin krizde olduğunu yazarsanız 7-8 yılda bir haklı çıkma payınız yüksek. Kapitalizmin ekonomik krizlerle yaşayabilen bir sistem olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu “yaşama hali” sistemin adil ve onarıcı olduğu anlamına gelmiyor. Her kriz daha fazla yoksul ve daha fazla zengin yaratarak yeniden kendi ivmesini yaratıyor.

AKP’li yıllar da benzer bir şekilde ilerledi, ortalama %4.5 olan büyüme oranları gelir dağılımında bir tık bile iyileştirme yapmadı. Hatta toplamda gerileme bile var. 17 yıl öncesine göre GSMH’ye göre ülke sıralamasında 17’ncilikten 18’nciliğe düşerken, kişi başı gelir ortalamasında 65’incilikten 69’unculuğa geriledik. 17 yıl toplamda bile ilerleme sağlamadı. Ama toplamda mesele ilerlemek değil, işin açıkçası  gerileyip içerde daha adil bir bölüşüm de sergilenebilir ki bu daha yeğ tutulabilir. AKP döneminde ortalama gelir en yoksullarda da 8 kat arttı en zenginlerde de. Hâlbuki zaten zengin olanın 8 kat büyümesi ile fakir olanın 8 kat büyümesi arasında oransal olarak fark yokmuş gibi görünse de mesafenin giderek açıldığı söylenebilir. İşin ilgin yanı 2’nci ve 3’ncü %20’lik dilimlerdeki gelir ortalaması 6.5 kat artmış. Yani külliyen hareket eden bir ekonomi yerine zengini rant ekonomisi ile zenginleştiren, en yoksulların sosyal yardımlarla suni olarak gelirini artıran daha orta kesimlerin (ki bunlara ücretliler diyebiliriz) büyümesinin daha düşük olduğu bir tablo.

Şimdi gelelim AKP’nin bu ekonomik büyümeyi nasıl gerçekleştirdiğine.

Ekonomik kriz gelir mi ya da şiddetli olur mu sorusunda özellikle bir gösterge AKP’nin hala manevra alanı olduğunu gösteriyor. O gösterge kamunun borçluluk oranı. Hali hazırda bu oran GSMH’nin %50 seviyesinde. Bu oranın özellikle kriz yaşayan ülkelerde %150, hatta %300’e varan bir oranda olduğunu söylemek lazım. Bu anlamda düşük bir oran. Ama bu oran nasıl sağlandı?

- Kamu varlıkları ve işletmeleri özelleştirildi. Bu özelleştirmelerden 17 yılda 60 milyar dolar gelir elde edildi. Ancak bundan sonra böyle satacak pek bir şey kalmadı.

- Deprem vergisi olarak çıkan Özel Tüketim Vergisi ile sadece 2018 yılında bile yaklaşık 30 milyar dolar sağlandı ama bu vergilerin depreme harcanmadığı gibi kalıcılaştığını ve her seferinde çerçevesinin genişlediğini görüyoruz. OECD verilerine göre toplam vergi gelirlerinin %24’ü ÖTV’den gelen Türkiye bu anlamda dünya birincisi.

- Kamu yerine özel sektör borçlandı. Hali hazırda 400 milyar dolar borcu olan özel sektörün kapattığı kredileri de sayarsak 17 yılda neredeyse 1.5 trilyon dolar civarında kredi kullandığını görüyoruz. Türkiye tam anlamıyla AB ve ABD’nin parasal genişlemesinin etinden sütünden faydalandı. Türkiye’de bireylerin ve şirketlerin borçlanma oranları 30 kat arttı (dikkat ederseniz gelirler 8 kat artarken bu oranlara geldik)

- Yine yukarıdaki maddeyle bağlı olarak AKP’nin elde ettiği vergi gelirleri aşırı arttı. Bu kredi hacmindeki her faiz gelirinin %5’i BSMV olarak gelir yazdı. Ayrıca bu kadar yoğun mal ve hizmet artışı her seferinde, KDV’sinden ÖTV’sine, tapu harcından, damga vergisine kadar onlarca yan geliri hazineye gelir yazdırdı

Yani AKP’nin planı basitti, borçlanmak yerine eldeki işletmeleri satarım, borçlanmayı teşvik ederim, oradan da vergi gelirlerim artar, ÖTV’ye devam ederim, üstüne üstlük işsizlik fonunda çok para birikse de bunları emekçilere dağıtmam. Bu politikalar şimdiye kadar işledi. İşlemesinin en büyük nedeni ise AB, Japonya ve ABD deki parasal genişlemenin yarattığı ucuz fon kaynakları. O kadar ki Japonya’nın zengin nüfusu bankaya para yatırdığında eksi mevduat faizi alıyordu, onlar da çareyi Türk devlet tahvillerine yatırmakta buldular. Japonya’da her ev kadını Türk tahvillerini biliyor mesela.

Ancak matbaaların Dolar, Euro, Japon Yeni basarak tüm dünyayı canlandırmasının da bir sonu vardı elbette. Bu ülkeler artık yeteri kadar ekonomik canlanma olduğunu düşünerek paraları geri istediler. İşte AKP için zurnanın zırt deliği bu oldu.

Bu öngörüsüzlük o kadar had safhada ki, Osman Gazi Köprüsünü fiyatlarken dolar kuru 1.90 varsayımıyla fiyatlandırdılar. O yüzden 40 dolar ne ki TL karşılığı sudan ucuz, herkes bu köprüyü kullanır dendi. Ama dolar 5.40’ları görünce fiyatı 220 liraya çektiğinizde de o köprü sinek avlayacaktı. Sinek avlamaması içinde geçen için de geçmeyen için de aradaki farkı devlet karşılıyor.

Ucuz doların yarattığı bol kredi bol ticaret bir nevi ülke demografisini de bozdu. Tarım teşviki de alamayan kırsal nüfus şehirlere göç etti. Herkese iyi kötü iş vardı şehirlerde. En olmadı bir AVM’de güvenlikçi olmak vardı. Kalanlara da bakın dolar ne kadar ucuz, gübreyi de tohumu da ilacı da ucuz ucuz al bolca kullan dendi. Dolar artınca domates fiyatının neden arttığı bir türlü anlaşılamadı. Domates soğan lobisi, patlıcan terörü gibi tanımlamalar tabi bir yere kadar.

AKP’nin göreceli daha düşük kamu borçluluk oranı ona manevra alanı tanısa da gelir kaynaklarının artık sınırlı olduğunu görmek gerekir, ne özelleştirecek bir şey kaldı, ne de bol bol vergi toplayabileceği bol kredi ve yüksek tüketim kaldı. Ancak bu ekonomik krizde borçlanarak yaşamını idame ettiren daha düşük gelirli kesimler bu yoksunluğu daha fazla yaşarken en zenginler AKP’nin yarattığı zenginliklerin yarattığı artı değeri bir köşeye istiflemiş şekilde “acaba dolar yine artar mı” diye heyecanla beklemekte.

Ama baştaki soruyu yine soralım; kriz derinleşecek mi? Ama yine kaçak güreşeyim, kriz sokakta olduğu sürece krizdir. Şayet en yoksullara sosyal yardımı dağıtabildiğiniz, otoriterleşmenin sopasını da piyasaya gösterebildiğiniz sürece bu krize kriz diyemeyeceğiz. Nitekim bu dönem serbest piyasa değil sopa ekonomisi işlemekte (bu da gelecek yazının konusu olsun.) nitekim onca atama, kadro bekleyen kesimler Twitter’da hashtag aça dursunlar, AKP’nin en rahat ve bolca yeni kadro açtığı alan: Bekçiler! Ki dünyada kişi başına düşen polis sayısında Putin’in Rusya’sını bile geçmişken.

Dünyada otoriter bir yönetimle bir şekilde içerde yağı kavuran birçok ülke varken bunlardan birisi de neden Türkiye olmasın.

Aklınıza kriz geldiğinde mahallenizdeki bekçi düdüğü sizi sakinleştirecektir.

İyi uykular.