Türkiye’de sosyalist solun bir kesimi bir dönemin (daha) kaybedildiğini, bugün yapılabilecek en doğru işin “gidiciliğine” kesin gözüyle bakılan AKP sonrasına hazırlanmak olacağını düşünüyor olabilir mi?
Bu düşüncenin açıkça dillendirildiği bir örneğe rastlamadık. Ancak, sosyalist cenahta kimi yapılanmaların bugün verilmesi gereken mücadeleye ve bu mücadelede ortak zemin arayışlarına ilişkin genel geçer şeyler söyledikten sonra dönüp dolaşıp “Biz kendi işimize bakalım” noktasına demir atmaları dikkat çekicidir.
Yazının bundan sonraki bölümü, ilk paragrafta değinilen düşüncenin gerçekten sahipleri olduğu varsayımına dayanmaktadır.
***
Bu varsayım doğruysa, kimseyi “kaçaklıkla”, “sotaya yatmakla” vb. eleştirecek halimiz yok. Birinci varsayım, ikinci bir varsayımı davet etmektedir: Böyle düşünenlerin mutlaka belirli öngörüleri, “projeksiyonları”, belki de “modelleri” olmalıdır...
O halde yapılması gereken, birilerini peşinen suçlamak değil bunları tartışmak olmalıdır.
Bizim görüşümüz tam olarak şudur: Bugünkü AKP iktidarına ya da rejimine karşı mücadele, kendi içinde, Türkiye’yi salt bu rejimin aşılmasının çok ötesinde noktalara taşıyabilecek dinamikler barındırmaktadır. AKP nasıl gider, giderken nelere kalkışır, bunlar ayrı konular; ama şurası bizce nettir: “Gönderilen” bir AKP demek, aynı zamanda, Türkiye’nin bugünkü düzenin sınırlarını aşan pek çok değişime açık bir ülke haline gelmesi demektir.
Dolayısıyla, bugün alınan konum ve verilen mücadele ile yarın söylenebilecek sözler ve bu sözlerin yaratacağı etki iç içe geçmiş durumdadır. Başka türlü söylersek, bugünkü siyasal ortam ve gidiş, zamanında ekende ve biçende olmayanın yarın yiyende ortak olmasını neredeyse imkânsız hale getirmektedir.
Peki, Türkiye tarihinde bunun aksine bir örnek hiç mi yok?
Belirli bir açıdan bakılırsa var gibi, ama…
***
“AKP sonrası” Türkiye’nin 27 Mayıs (1960) ve DP sonrası Türkiye’yi andırma ihtimali bizce hayli yüksektir. Burada kastettiğimiz elbette “sivil siyasettir” ve bu siyasetin DP sonrası Türkiye’ye şekil verme uğraşlarının ulaştığı yoğunluktur.
Bu yoğunlukta, 1960 öncesi DP iktidarına karşı ekenlerin ve biçenlerin özel ağırlığı olmuştur ve yiyenler sofrasına da en başta onlar oturmuştur. Orası öyle de, sosyalist solun DP iktidarının “gönderilmesinde” belirli bir pay sahibi olduğu söylenemeyeceği halde sonra sofraya onlar da oturmamış mıdır? Türkiye’de sosyalist solun en canlı dönemlerinin 1960’larla başladığını hep söylemiyor muyuz?
Yani, “AKP sonrası” için bir örnek olamaz mı?
Kimi benzerliklere rağmen pek olabileceği kanısında değiliz.
Bir kere, 1960 yılındaki sosyalist özne ile bugünkü sosyalist “özneler” hem çok farklı dönemleri hem de gene çok farklı kimlikleri temsil etmektedir. En basitinden, 1950’lerin Türkiye’sinde (özellikle 1951-52 yıllarının ardından) daha sonra “Biz DP’ye karşı mücadele ederken sen neredeydin?” diye sorulabilecek bir sosyalist öznenin varlığı bile tartışmalıdır.
İkinci neden ise ilkinden daha önemlidir: 1960’lı yılların başında gerek dünya konjonktürü gerekse Türkiye kapitalizminin ulaştığı düzey, ülkenin ekonomik, siyasal ve hukuksal açıdan “yeniden yapılanmasını” gerektiriyordu. Planlamacıların, kalkınma iktisatçılarının ve anayasa hukukçularının “altın devri” olduğu söylenebilir.
AKP’nin “gidişi” ise, asıl olarak, dünya konjonktürünün gerektirdiklerinin ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarının dışında, daha “saf anlamda” siyasal süreçlerin ve kavgaların sonucu olacaktır. İşte tam da böyle bir ortamda birilerine “Sen neredeydin?” diye mutlaka sorulacaktır.
Dahası, sosyalistlerin zamanında yerlerini almadıkları süreçler sonucunda kurulacak masaların üzeri, havada uçuşan bin bir fikir ve önerinin yaratacağı “zenginlik” görüntüsünün ardında AKP’nin yokluğunda rehabilite edilmiş AKP’cilik projeleriyle dolacaktır.
Kimse “O zaman bakarız” demesin…
O zaman, iş işten geçmiş olacaktır.