En son birlikte Neil Young şarkıları yudumladığımız Cem Ersavcı’nın sıcak hatırasına…
Şu ünlü “İki tür insan vardır… biri şöyle, diğeri böyle” klişesine uygun olarak, ne yapar, ne eder iki tür insan çıkar karşımıza yine. Coşkun bir nehir gibi, sel gibi akıp taşan insan ile durgun ve donuk bir su gibi kalıp içine kapanıveren insan... Ama ikisi de aynı insan!
Nasıl oluyor da oluyor peki? Bir gün öyle uyanıyoruz, bir gün böyle. Bir gün o ruh halindeyiz, bir gün bu. Halbuki aynıyız yahu…
Bana oluyor. Size de oluyordur. İyi ama Yeşilçam filmlerindeki repliğiyle soracak olursak; “Niçün ama niçün böyle oluyor?”
Ne kadar dinç olduğumuz, günlük moralimiz, uyku durumumuz, kaç kahve içtiğimiz falan filan etkili olabiliyordur tabii ki. Bazen sersemce alınmış bir kararın, hatalı bir çıkışın pişmanlığı, üzüntüsü, şaşkınlığı… Bazen kötü bir haber; vakitsiz bir küskünlük, ayrılık, ölüm haberi…
Bazen öyle, bazen böyle… Kahve desteğiyle zinde kalıp ciltlerce eserini yazmaya devam eden Balzac çalışkanlığına özeniyoruz bazen belki de. Neticede aynı yahut benzer bir insanlık komedisinin içinden geçiyoruz! Yine de bir “doğallığı” var sanki bu gelgitlerin… bu dengesizliğin…
Bir bakmışsınız canavar gibi. Bir bakmışsınız harabat ehli. Canlı ve kanlı, yitik ile bitiğe karşı sanki...
Hepimiz manik depresif miyiz, neyiz?! Manya dönemleri harika, depresif dönemler kel alaka… Yeter ama! Bazı günler de sabah öyle, akşam böyle. İki yana sallanıyor sürekli. Manikmiş, depresifmiş çok da önemli değil, ikiyüzlü olmasın yeter ki…
İşbu sıkıntılı, evhamlı, zihnimizin bulanık olduğu, çökkün ve hatta ağlamaklı halimizin hikayesi çok güçlü değil mi?.. Yaşandığı anda öyle gelmez tabii, sonrasında genelde. Öyle bir ağırlık gelip yerleşir ki göğsümüzün üzerine (somutlayabilmek için tren yahut tıra benzetiriz); tıkanıp kalırız olduğumuz yerde. Nefessiz, umarsız, duyarsız, ıssız… Ölüm ıssızlığı…
Hiçbir şeyin tadı kalmaz; yemenin, içmenin, okumanın ve dinlemenin bile… İstek, irade, arzu kayboluverir, tatmin olmasa da hep peşinden koştuklarınız bile.
Hayat boş, sıkıcı bir yük haline gelir adeta. Bungunluk, bezginlik, yorgunluk, hayal kırıklığı, melankoli… bu türden belalar hep ruhta ve bedende. Bomboşmuş gibi gelir her şey, hiçliğin orta yerinde…
Zayıf olmak var meselenin bir tarafında da. Zayıf/güçsüz hissetmek. “Devam edebilecek miyim”, “yapabilecek miyim” endişesi “kendine güven”le birlikte kapıdan bakıp sinsi sinsi sırıtır bir yandan da.
Öyle bıkkın, öyle sıkkın, öyle bezgin… Tüm isteğini ve yapabilme gücünü almışlar içinden sanki, iradeyi. Hatta potansiyellerini. Bir türlü gerçekleşmiyorlar ki zaten. Gerçeklerin uzağına düşmüş ücretli köle, durumun farkında ama müdahale edemiyor ki.
Hep ağlayacakmış gibi bazen. Hep sınırda. Dolu dolu ama boşalamıyor da bir türlü. Bu nasıl kötü bir haber. Konduramıyor da kendine ağlamayı. Ağlasa rahatlayacak belki…
Fiziksel sıkıntılar, ruhsal boşluğun üzerine binmiş belki. Biri diğerini tetikleyip duruyor sürekli.
Bir kayıp haberi hepsinin tepesine çıkmış belki. Her ölüm erken ölüm olabiliyor, her ölüm içinde “en erken”i…
Yok, rahatlama yok bu dünyada. Yeniden coşkun bir sele dönüşünceye kadar hep kapalı, hep boşlukta kalacaksın galiba.
Ne çok anlatıldı ve yaşandı bu sıkıntı. Ne çok kalındı bu durgun suda. Ne çok boğulduk. İnsanlık kaç bin yıldır yaşadı, kurtulamadı…
Bir de coşkun hali var insanın ama. Zihninin yükselişe geçtiği, berraklaştığı, coşmuş taşmış hali… Nehrin taşkın deliliği…
Zihnin o durdurulamaz yükselişi, ayakların yerden kesilmesi, göksel bir neşeyle kanatlanıp uçuvermesi belki... Neşeli, moralli ve uçarı; dolanıyor içinde ve gökyüzünde zihin kuşları…
Muhasebe işi yaparken yazma yeteneğini yitirecek denli körelen Goethe’nin (sonradan aynı isimle kitaplaştıracağı) İtalya Seyahati’ne çıkması ve “açılması” mesela… Yolculuğun getirdiği zihin açıklığıyla birlikte, hayatın, insanların ve nesnelerin bir başka görünmeye başlaması, giderek yükselmesi bilincin, kalabalıkların ortasında ayrıntıların ve inceliklerin farkına varmaya başlaması…
Yolculukların, yürüyüşlerin, zamanın, ilerlemenin, üretkenliğin etkisi; kitapta ve hayatta… Anlatılması bu etkinin sonra; kitapta ve hayatta… Gezinirken belgelemek hep… Duyusal ve bilişsel olarak sürekli uyarılmak, eylerken gözlemek/gözlerken eylemek, inceliklerin farkına varmak, yabancı bölgede dolanırken yeni olana kavuşabilmek…
Sınırlarda yürürken, yapay sınırlarla bölünen şehirleri incelerken, bir Kıbrıs’ta, bir Berlin’de arayıştayken mesela. Kıyılardaki insanların küçük öykülerine dalıp çıkarken ya da. Brezilya’da “tehlikeli bölge”de başka bir şeylerin, çıplak imgelerin arayışında bütün cebindekileri çaldırırken... Gezi’de “barikatların arkasındaki o güzel dünyaya” uzanırken… Ve bunları görüp anlatmak için hep yürürken…
Evrensel seslerin, sözcüklerin, ışığın peşinden ilerlemesi insanın. İlerlemesi notaların, görüntülerin, imgelerin ve sözcüklerin diliyle. Hep yeninin, devinimin ve devrimin peşinde…
Coşkun nehir gibi akıyor bazen… Duruluyor sonra… Durgun bir su gibi kalıyor bazen… Sonra yine…
Bir an durduk yine.
Bir an hareket ettik.
Devam ediyor insanın yeryüzüyle, içyüzüyle, gökyüzüyle ve başka yüzlerle ilişkisi. Akıyor sesler, sözcükler ve imgeler.
Bir gün geliyor, Vergilius’un Ölümü’nü konuşuyorsun. Coşkun… Bir gün geliyor Vergilius’un Ölümü’nü konuştuğun kişinin ölümünü. Durgun…
Bir gün geliyor sınırlarla bölünen şehirleri konuşuyorsun. Coşkun. Bir gün geliyor sınırları konuştuğun kişinin sınırı geçişini…
En iyisi, yürüyüşün ve bazen coşkun akabilen şu nehrin önüne hiç set çekmeye çalışmadan, olabildiğince taşmalı… Üretmeli, yazmalı, arada dostlarla sohbet edip, arada keyif veren uğraşlara dalıp, sanatla, bilimle, doğayla, eşitliğe ve özgürlüğe açılan yollarla iç içe hep ileriye bakmalı…