Durduğu gibi durmaz

Dünkü 1 Mayıs’la başlayalım ve oradan devam edelim. 

16 Nisan’ın “aslında hayır” ya da “hayırlı evet” şeklinde değerlendirilen sonucunun gerçekten “hayırlı olduğu” iki hafta sonra 1 Mayıs’ta doğrulanmıştır. Son birkaç yılın 1 Mayıslarıyla karşılaştırıldığında  1 Mayıs 2017’nin  katılım açısından da katılanların kararlılığı ve coşkusu açısından da umut verdiğini herkes kabul etmektedir. 

Önümüzdeki dönem için iyi, cesaret verici bir başlangıç sayılmalıdır. 

***

Bu portaldaki bir önceki yazımızdan hatırlatalım: “ (…) bugünkü durum, özel siyasal parti mensubiyeti ile Saray rejimi bitsin de nasıl biterse bitsin ‘genişliği’ arasında büyük bir boşluk olduğuna işaret etmektedir. Bu da genel olarak solda yer alan farklı unsurların ‘maksimalist’ olmasa bile hayli ileri, üstelik birtakım yeni tezgâhları etkisiz kılacak hedefler etrafında toplanmasının ve örgütlenmesinin imkânları olduğu anlamına gelmektedir.”

Şu satırlar ise Ergin Yıldızoğlu’na ait: “Artık, sol-sosyalist-demokratik muhalefetin farklı parçaları arasındaki, geleceğe ilişkin toplum projeleri arasındaki siyasal farklılıklar anlamını bugün için (vurgular yazarın); yitirmiştir. Artık yalnızca faşizme direnecek, faşizmi geriletecek organları üretmek, hareket inşa etmek için güç birliği hedefi var.” (1 Mayıs, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2017). 

İlk bakışta, iki görüş arasında önemli bir fark olduğu düşünülebilir. İlkinde “maksimalizm” olmasa bile verili durumun işaret ettiklerinin biraz daha ötesine bakma önerisi vardır; ikinci görüş ise “minimalist” denmese bile kimi farklılıklarınkısa vadede gündemden düşürülmesinden ve direnme cephesinin bu anlamda olabildiğince geniş tutulmasından yana görünmektedir. 

Ne denebilir?

***

Hareket/devinim esastır diyorsak unutmayalım:  Verili an ya da durum hem bir tarihçeyi (geri planı) yansıtır hem de hareketin daha sonraki gelişim çizgisine ilişkin ipuçları verir. 

AKP’nin 15 yıllık iktidarının sonucu olan bugünkü Saray rejiminin en önemli özelliği, temsil ettiği düzenin alternatifler repertuarını tüketmiş olmasıdır. Şöyle anlatmaya çalışalım: Düzen, 1946 yılında çok partili döneme geçerken tek parti dönemine göre kendince “ileri” bir hamle yapabilmişti… Aynı düzen 1960 ihtilali sonrasında yeni bir anayasa ile başka bir hamleyi gerçekleştirebilmişti… Böyle devam etmiş, 12 Eylül ve hemen ardından gelen ANAP iktidarının yeniden yapılandırdığı ve uluslararası sisteme eklemlediği Türkiye kendini bir başka düzlemde “yenileyebilmişti”…    

Kritik nokta buradadır: Bizce,  Saray rejiminin karşısında yer alan en geniş topluluğun bu rejime karşı direnmesi, onun daha ileri adımlarını engellemesi vb. elbette mümkündür; ancak, 1946’da, 1961’de, 1983’te olduğu gibi kendi repertuarından AKP’ye karşı, onu silme kararlılığında, ama düzen içi bir yeniden yapılanma gerçekleştirme şansı yoktur. 

Dünya derseniz oradaki konjonktür hiç elverişli değildir; Türkiye derseniz köprülerin altından çok sular akmıştır ve çok bilinen bir deyişle tüpten çıkmış macunu yeniden oraya sokmak mümkün değildir. 

Bu durumda “sosyalizmden aşağısı kurtarmaz” diye kestirip atmıyoruz; sadece dikkate alınmasını öneriyoruz: Saray rejimine karşı direnirken, yeni adımlarına geçit vermemeye, durdurmaya çalışırken “çok geniş” olabilecek ya da tutulabilecek bir “cephenin”, sıra Türkiye’ye yeni bir siyasal-toplumsal düzen getirmeye geldiğinde bu saatten sonra düzen içi alternatif bulması imkânsızdır. 

Hemen ekleyelim: Cephedeki unsurlar aralarında “anlaşamayacağı” için değil, böyle bir alternatif olmadığı, (artık) kalmadığı için… 

***

Sonra, ne kadar geniş tutulursa tutulsun,  ne kadar aşırı hedeflerden kaçınan bir direnme hattına sabitlenirse sabitlensin her cephenin birtakım talepleri olur. Tamam; ancak hareket diyorsak, süreç diyorsak, rakı nasıl şişede durduğu gibi durmazsa siyasal süreçlerin başındaki talepler de ilk başta durdukları yerde durmaz. 

Biri barış, ekmek ve toprak diye başlar… Diğerinde en büyük uğraş Japon işgalinden, bir başkasında ise Batista rejiminden kurtulmak için verilir. 

Şu Saray rejiminden kurtulmak için hele ciddi bir mücadeleye girelim, bakalım “şişede durduğu gibi” duracak mı?