Şöyle başlayalım: Türkiye hiçbir dönem dünyanın kapalı kutusu, nüfuz edilemez adacığı olmamıştır. Tersine, dönemlere göre dünyanın bütününe damga vuran başat eğilimlerin birinci derecede etkilediği ülkeler arasında yer almıştır.
“Etkilediği” diyoruz, belirlemiyor mu?
“Belirlenmişliği” nihai bir sonuç, bir oluşum olarak alırsak, hiçbir ülke tek başına ve doğrudan doğruya dünyadaki başat eğilimle belirlenmez. Dış etken ne kadar güçlü olursa olsun, ülke ölçeğindeki nihai belirlenim o ülkenin kendi tarihsel ve toplumsal özgüllükleriyle dış etkenin bir tür sentezi sonucunda ortaya çıkar.
Bir bakıma, iklim değişikliğindeki gibidir.
İklim değişikliği, gezegenimizin tümünü etkileyen tikel (spesifik) bir olgudur. Ancak etkileri coğrafi bölgelere göre farklılaşabilir. Yeryüzündeki konum, rakım, bitki örtüsü, tür çeşitliliği, kırsal kesimin ağırlığı, kalkınmışlık düzeyi, vs. iklim değişikliği denilen olgunun belirli bir coğrafyadaki etkilerini belirleyen faktörlerdir.
Bunun gibi, dünyada 1929 Büyük Bunalımı, İkinci Dünya Savaşı sonrası yükselen “parlamenter demokrasiler” dalgası, soğuk savaş, sosyalist sistemin çöküşüyle esen rüzgarlar, ülkelerde tektip değil farklılaşan ve her biri özgül yapılanmalara yol açmıştır.
Türkiye’de de…
Bir yere gelmek istiyoruz.
***
Kestirmeden gidip, gelmek istediğimiz yeri hemen söyleyelim.
Bugün Türkiye’de sosyalist düşüncenin dünyadaki süreçlere ve bu süreçlerin Türkiye’ye yansımalarına bakışı, çok açık dillendirilmese de birbirinden farklı iki okumayı yansıtmaktadır.
Bu okumalardan ilkine göre, bugün kapitalist dünyanın merkezlerine damgasını vuran, Türkiye’de ise Saray Rejiminde cisimleşen otoriter-popülist-sağ yönelim bir aykırılıktır ve geçicidir… Sistemin bir aklı vardır ve bu akıl bunun hep böyle gitmeyeceğini bilmektedir… Sonuçta sistem, sosyalist blokun çöküşünden 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar süren on yıllık mutluluk dönemine yeniden dönecektir… Hani o sivil toplumcu, çoğulcu, katılımcı, sınırları kaldıran, yönetişimci vb. liberal denge vardı ya, işte bu denge yeniden kurulacak, ayak uyduramayanların da üzeri çizilecektir…
İkinci okuma, birinci okumayı teorik planda kuşkusuz kökten reddetmez, büsbütün saçma bulmaz. Sermaye sınıfının ideologları ve siyaset üreticileri arasında böyle düşünenler olabileceğini kabul eder. Ancak, bir hipotez sayar ve bu hipotezin gerçekleşmesine düşük olasılık biçer.
Örneğin, adını “liberal denge” olarak koyarsak, bu dengenin önemli çıpalarından birinin, Avrupa Birliği’nin, ömrünü tüketmiş olmasa bile bir çekim merkezi, standart/norm koyucu odak olmaktan çıktığını vurgular.
Sonra, liberal dengenin kurucu unsurlarının artık sağa sola demokrasi dersi verme dönemini kapatıp kendi dertlerinin peşine düştüklerine işaret eder. Gerçekten de bugünkü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin daha önce on yıl Mülteciler Yüksek Komiserliği yapmış biri olması anlamlı değil midir? Nitekim göçmen/mülteci krizinin günümüzde ulaştığı boyutlar, liberal dengenin yüksek mercilerini (örneğin AİHM) birtakım ulvi ilkeleri gözetmekten çok “gerçekçi olmaya” zorlamaktadır.
Nihayet, kapitalizmi, ciddi bir karşı tehdit olmadan da kendine sürekli çeki düzen verme ihtiyacını duyan bir sistem olarak görmenin maddi bir temeli yoktur.
Sonuçta, ABD’de Trump’ı zorlayabilirler, İngiltere Brexit’ten pişmanlık duyabilir, Fransa Macron’la rahat bir nefes almış olabilir… Ne var ki 1991’i izleyen on yıla damgasını vuran liberal heyecan artık gitmiştir (“thrill is gone”); bir daha yaşanması/yaşatılması hiç mümkün görünmemektedir. Liberal denge, o heyecan dönemine solu da devşirebilmişti; bugünse İngiltere’de, Almanya’da ve ABD’de en azından aynı zokayı bir daha yutmayacak daha farklı bir sol filizlenmektedir.
***
Batı dünyasında ideolojik ve siyasal “iklim” özetle yukarıdaki gibidir ve dolayısıyla ikinci okuma, birincisine göre daha gerçekçi görünmektedir.
İklimin Türkiye coğrafyasına özel yansımaları ise ayrı bir konudur. Gene de şu kadarını söyleyebiliriz: Sıraladığımız nedenlerden dolayı güç olsa bile batı dünyası için belirli bir olabilirlik payı içeren birinci okumanın (liberal denge); Türkiye söz konusu olduğunda neden mutlak bir yazgıymış gibi görüldüğünü ve gösterildiğini anlamak mümkün değildir.
Böyle giderse birçok medeniyetin beşiği sayılan Anadolu’nun, insanlık tarihinin yaşadığımız bu son döneminde bu kez bıkıp usanmadan liberalizme ve liberal projelere beşiklik ettiği sonucunu çıkarmamız gerekecektir.