23 Haziran, tarihe, sıradan bir yerel seçim olarak değil, ülkedeki siyasal dengeleri değiştiren, tek adam rejiminin çözülüş sürecini hızlandıran bir milat olarak geçecek gibi görünüyor.
Seçim sonucunda, nesnel-öznel, ekonomik-toplumsal, ideolojik-psikolojik birçok dinamiğin payı olduğu, AKP-MHP tarafının 6 Mayıs - 23 Haziran arasındaki günlerde yürüttüğü kampanyanın bir tür bumerang etkisiyle farkı büyüttüğü açık. Kazanan tarafın izlediği tarzın, dilin de sonuçta etkili olduğu yadsınamaz.
Bu yazıda, seçim sonucunu etkileyen tüm etmenleri sıralamaya, İstanbul oy dağılımı üzerinden siyasal mühendislik analizleri yapmaya çalışmadan, 23 Haziran’ı öncesi ve sonrasıyla önemli kılan en kritik olgu ve gelişmeleri öne çıkarmaya çalışacağız.
Birkaç saptama
Bir: Türkiye, toplumsal sonuçları daha şimdiden yıkıcı, ağır bir ekonomik krizin içindedir. Bu kez, krizin ekonomik-toplumsal sonuçlarını yumuşatacak dış (sermaye akışı) ve iç (özelleştirme vb) kaynaklardan yoksunlar. Dolayısıyla, kaynağı emekçi sınıflardan “yaratma”ya, bunun için de sınıf mücadelesi araçlarına başvurmaya mecburlar. Ne AKP’nin, ne de başka herhangi bir partinin, tek başına böyle bir program için toplumsal rıza üretecek, yaşama geçirecek gücü var. “Türkiye ittifakı” ya da “büyük uzlaşı”nın siyasal öznelerin anlık tercihlerinden bağımsız olarak sermaye düzeni için gündemde olmasının en önemli nedeni budur.
İki: ABD ile görünüşte S-400, F-35’ler üzerinden büyüyen gerilim, Rusya ile denge arayışları, Suriye’deki kördüğüm, Doğu Akdeniz’deki çember vb. sıradan “dış siyaset” başlıkları değildir. İç ve dış gelişmelerin birbirinden bağımsız dinamikler olarak işlediği zamanlarda değiliz. Yapısal kapitalist kriz, hegemonya boşluğu, emperyalist güçler arasındaki rekabet, herkesin herkesle bir yandan çatışıp bir yandan uzlaşma aradığı kaotik dünya koşulları Türkiye süreçlerini doğrudan etkilemektedir. Öte yandan, Türkiye’nin bugün yüz yüze olduğu dramatik açmazlar “coğrafyanın kaderi”, nesnel dış koşulların kaçınılmaz sonucu olarak açıklanamaz. Tek ve tartışmasız sorumlu, 17 yıldır tek başına iktidarda olan AKP’dir. Bu başlıklardaki gelişmeler, toplumda zaten var olan gelecek korkusunu büyütmüş, AKP’ye ve Erdoğan’a olan güveni sarsmıştır.
Üç: “Yeni” anayasal rejimin, egemen sınıfın yönetememe sorununu ağırlaştırdığı açığa çıkmıştır. Biriken ve keskinleşen ekonomik, toplumsal, tarihsel ve bölgesel sorunların üstesinden gelmekle sınıf iktidarı sürdürmek arasındaki dengeyi kurmak, yalnız Erdoğan ve AKP için değil, bütün düzen güçleri için zorlaşmıştır. Bu aşamada, toplumsal hoşnutsuzluğun 17 yıldır iktidarda olana yönelmesi eşyanın doğası gereğidir. Türkiye’de düzen partilerinin ekonomik-toplumsal programlarının tekleşmiş olması ise yalnızca AKP’nin değil sermaye düzeninin açmazını ortaya koymaktadır.
Önümüzde ne yazık ki, barışçıl, halk sınıfları üzerindeki ekonomik ve siyasal şiddetin hafifleyeceği, devlet ve toplumdaki dinselleşmenin geri çevrileceği, laik devlet, seküler toplum başlıklarında hiç olmazsa kaybedilenlerin kazanılacağı bir dönem görünmüyor.
Dört: Son saptama, 23 Haziran’la kazanılanı asla önemsizleştirmiyor. 17 yıldır bir karabasan gibi Türkiye’nin üzerine çöken, totaliter, karanlık, pervasız, kibirli, “yenilmez” tek adam rejiminin hezimet düzeyinde yenilgi alması, siyasetin bundan sonraki seyrini değiştirecek önemde bir gelişmedir. Türkiye’nin ilerici-emekçi birikiminin yıllar sonra, “yapabiliriz”, “değiştirebiliriz” çizgisinde özgüven yükseltmesi önemlidir.
Çok kısaca özetlemek gerekirse, olanaklarla tehlikelerin iç içe olduğu dönemeçlerden birindeyiz.
Olanaklar-tehlikeler
Beş: 23 Haziran, yıllar içinde biriken rejim karşıtı toplumsal muhalefetin bir aday kişiliğinde siyasal enerjiye dönüşmesinin sonucudur. Siyasal öznelerin planlı eyleminden çok kendiliğinden arayış ve reflekslerin sonucu olarak 2013’te Gezi isyanıyla başlayan, 2015 Haziran seçimlerinde, 2017 Anayasa referandumunda, 2018 Cumhurbaşkanı seçimlerinde varlığını sürdüren toplumsal muhalefet bloku, ekonomik krizle birlikte genişlemiştir. Burada, İstanbul’daki seçim sürecinin hegemon figürünün 17 yıllık AKP iktidarının kendisine benzettiği CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu olmasının yol açtığı iki yanlış eğilime değinmek gerekiyor. Birincisi, önümüzdeki dönemde yükseleceği anlaşılan “umudumuz İmamoğlu” sendromudur. İmamoğlu’nun, AKP rejimi ile hatta AKP’yle uzlaşmaya son derece teşne bir düzen aktörü olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. İkinci büyük yanlış ise kanımca, büyük ölçüde kendiliğinden seferber olan halk sınıflarının CHP ve İmamoğlu’nun çok ötesine geçen özlem ve arayışlarını, barındırdıkları ilerici-devrimci gizil gücü görmemek olur.
Altı: 31 Mart-23 Haziran süreci, “siyaset sosyolojisi”nde son on yıllarda yaşanmakta olan değişiklik ve kaymaların uygun konjonktürde dışa vurması olarak da okunmalıdır. Türkiye’nin siyasal yaşamında, kabaca son 30-40 yıldır kırlar değil kentler, özellikle büyük kentler belirleyicidir. Ne var ki yakın zamana kadar İstanbul başta olmak üzere metropoller, kırdan gelenlerin geleneksel kültürlerini gettolar, hemşehri dernekleri vb. üzerinden yaşattıkları bir tür “köy-kent” görünümündeydi. Şimdi bu yapı çözülüyor. Kırdan gelenlerin torunları anne babalarından, nine ve dedelerinden farklı, daha “kentli” bir kültürel profil veriyorlar. Bu, kanımca, üzerinde özel olarak durulması/çalışılması gereken bir konudur. Siyasete, seçim tercihlerine yansıyan yönünü ise gözlem düzeyinde şöyle formüle edebiliriz: Kentli genç kuşaklarda, geleneksel parti-ideoloji aidiyet ya da yandaşlığı eskisi gibi katı ve direngen değil. Blok içindeki öğeler, özellikle de emekçi gençler dönüştürülmeye açıklar.
Yedi: 35 yıldır süren savaşa, hepimize her gün acı veren genç ölülere rağmen Türkiye toplumunun Kürtlük-Türklük temelinde düşmanlaştırılamamış olması bu toprakların çok büyük bir kazanımıdır. İki halkın bu topraklarda eşit kardeşlik hukuku içinde birlikte yaşama iradesi, aleyhteki dış ve iç koşullara rağmen büyük bir sınavdan başarıyla çıkmıştır. Daha önemlisi, Kürt ve Türk ilerici-emekçi dinamikleri, Türkiye’yi toplumsal ilerleme ve sosyalizm yolunda ancak birlikte dönüştürebilecekleri üzerine büyük bir deneyim biriktirdiler. Bu olguların siyasal sonucu olarak, fiilen muhalefet bloğu içinde yer alan HDP, zaman zaman kendisini zorlayan aleyhte koşullara rağmen Türkiye siyasetinin ve sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir bileşeni olmayı başarmıştır. Seçimin hemen öncesinde geliştirilen Öcalan operasyonuna rağmen 23 Haziran’ın bu biçimde sonuçlanmasında İstanbullu Kürt seçmenler ve HDP kilit rol oynamışlardır. Öte yandan, Ortadoğu’daki gelişmelerin belirsizlik ve çelişkiler taşıyan karakteri bu alanda da olanaklarla tehlikelerin iç içe olduğunu gösteriyor.
Sekiz: Yeni anayasal rejimle birlikte Türkiye’de siyasetin geleneksel tarz ve örgütlenmelerinin işlevsizleşeceği belliydi. 31Mart-23 Haziran süreçleri bu saptamanın parlak bir doğrulanmasıdır. Partiler işlevsizleşiyor. AKP’deki çözülme belirtileri, yalnızca seçim yenilgisinin değil, partinin gereksiz hale gelmesinin ürünüdür. Öte yandan, İmamoğlu kampanyasına, önemli bölümü CHP’li olmayan gönüllü örgütlenmelerin getirdiği canlılık ve mobilizasyon, örgütlenme konusunda ufuk açıcı, yaratıcı örneklerin uç vermekte olduğunu gösteriyor.
Şimdilik burada duralım.
23 Haziran sonrası tablonun yol açacağı olası siyasal gelişmeler; sol ve sosyalist hareketin durumu ve açılım perspektifleriyle ilgili çözümlemelere devam edeceğiz.