Serinin bundan önceki yazılarında doğa ve toplumu bir ikilik olarak kabul eden anlayışın nasıl geliştiğinden ve yaşamın her alanında farkında olmadan domine edici bir etki gösterdiğinden bahsetmiştik.
Doğacı, kentçi, kırcı gibi yakıştırma ve ayrımların hep buradan türediğini, oysa doğanın tarih boyunca toplumsal olarak üretildiğini, değiştirildiğini, doğa ve toplumun birbirini etkileyerek dönüştüren bir bütün olduğunu vurguladık.
Söz konusu ikiliğin daha iyi bir yaşam ve yaşanabilir çevrelere dair tahayyülümüzü, çözüm önerilerimizi de belirlediğini, ikiliğin taraflarını kaynaştırmaya yönelmiş çabaların da bu ikilik üzerinden hareket ettiğine değindik. Bu örnekler arasında yine de tarihte yabana atılmayacak denemeler ve beraberinde sorular olduğu ve hala ilham veren yönler barındırdıkları da bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Şimdi Marksizm perspektifinden ve Sovyet deneyiminden devam edelim...
Tarihsel ve diyalektik materyalist yaklaşım bizi organizmaların basitçe çevrelerine adapte olduklarını değil, çevreyi pek çok yolla etkilerken kendilerinin de etkilendiğini ve değiştiğini anlamaya davet eder. Marx bunu Kapital’de metabolik ilişki olarak açıklar. Marx’a göre bunun kökenleri, emek ve üretimin insanın doğayla olan ilişkisinin ve insanların kendileriyle olan ilişkilerinin insan tarafından dönüştürülmesiyle oluşuyordu. Yani kendi hayatımızın temellerini yıkmaktan kurtaracak olan yine bizleriz ve bu yalnızca bizlerin alacağı kararlara ve kolektif uygulamalara bağlı görünüyor.
Tam da bu noktada ilginç tartışmalara girelim. “Doğayla barış içinde” yaşamak için insanlığın geldiği aşama olarak “doğaya hakimiyeti” kötüleyen, her fırsatta aydınlanmaya, ilerlemeye, rasyonel akla, teknolojiye verip veriştirenleri buna alternatif olarak öne sürülen eskiye dönüş özlemcilerini göz önüne alalım. Durum gerçekten de iddia ettikleri gibi midir?
Modern öncesi toplumlar doğayla barışık, uzlaşık biçimde yaşama arzularından mı yoksa bu müdahale araçlarını henüz geliştirmemiş olduklarından dolayı mı doğanın döngülerine müdahale etmiyorlardı?
Eko-faşizm, eko-feodalizm tartışmalarını ele alalım, bu koşullarda daha fazla “doğayla uzlaşma ve barışma” olasılığından bahsediliyor, buna ne diyeceğiz?
Gerçekten tek ve nihai amacımız doğayla uzlaşma mı ve öte taraftan öne sürüldüğü gibi doğada hiyerarşi yok mu?
Doğayı dönüştürürken matematik ve bilimi kullanan topluluklar mı sorumlu pek çok felaketten?
Oysa Antik Yunan matematik ve bilimi kullanmak için yeterli gelişkinlikteydi ve tarihe baktığımızda doğayla uzlaşık anılmalarını, yaşanabilir kentlerini nasıl açıklayacağız?
Yine matematik bilmeyen ve kullanmayan pek çok topluluğun doğaya şefkatli kollarını uzatmadığını, kendinden olmayan pek çok türe kıyabildiğini biliyoruz. Yani kısacası koşulsuz bir şekilde geçmişi romantize etmekten, ilerlemeye fatura kesmekten vazgeçmeliyiz.
Romantize etme konusunda sert eleştirileri olan Andre Gorz’a kulak verelim, Kızıl Ekoloji kitabında önce Sartre’den alıntı yapar: “İnsan özgür olmaya mahkumdur” sözünü hatırlatır ve ekler. Buna rağmen “kendi özgürlüğünü doğayı araçsallaştırmayacak ve tahrip etmeyecek şekilde sınırlayabilen insan dışında bir güç yoktur ve bunu ancak modern insan yapabilir” der.
Gorz gibi düşünürler bu “sınırlama” halini de gerçekçi olmak gerektiğinden dem vurarak, eko sosoyalizmi cennet vaadinden öte bir tür “gönüllü sadelikle” özdeşleştiriyorlar. Aynı anda bugün kapitalizmin savaş ekonomisine benzeyen şekilde çevresel yıkımlar üzerinden ekonomi geliştirdiğini de vurguluyorlar. Yani doğa ile barışık yaşamak denilen şey doğa ve toplum arasındaki ilişkiselliği anlayarak toplumsal üretim ve yaşama biçimi değişikliğinden mi geçiyor?
Marksist düşünceye göre doğa toplum ayrımı ideolojiktir ve kapitalizm ile birlikte doğanın toplumsal olarak üretiminde kullanım değerinin yerini, değişim değeri almıştır. Peki madem böyledir neden tarihte özellikle doğayı savunduğunu öne sürenler tarafından Marksizm bazı eleştirilerin odağı olmuş, özellikle Batı Marksizmi’nin en temelde doğayı insanın dışında tuttuğundan dem vurulmuştur.
John Belllamy Foster; György Lukacs’ın başı çektiği, Karl Korsch ve Antonio Gramsci’nin ona eklenerek Marx ve Engels’in aksine toplum ve doğa arasındaki diyalektik ilişkiyi ve bütünlüğü bir anlamda dışlayarak, Batı düşüncesinde olduğu gibi Batı Marksizmi’nin de en belirgin özelliği olarak doğa toplum ikiliğinin köklü yerleşmesine “bir anlamda neden olduklarını” öne sürdüğü ve bunun yarattığı sonuçların incelenmesine dair yaptığı çalışmayla dikkat çekiyor.
Bir taraftan da Lukacs’ın aynı zamanda Batı Marksizmi’nin eleştirmeni de olmasını, doğa diyalektiği ile ilgili konularda önceki radikal düşüncelerine sonradan mesafelenmesini ve beraberinde Gramsci’nin felsefi pratiğinde zaten doğa diyalektiğini hiç irdeleme konusu yapmamış olmasını hatırlatarak aslında faturayı adı geçenlerden çok muğlak durumda kolaya kaçarak işine geleni kabul eden Batı düşüncesine kesiyor.
Sovyet deneyiminin doğa-toplum meselesinde ilişkisel düşünmemize büyük katkı sağlayan ekosistem anlayışının gelişmesine büyük katkı yaptığından, tarihinin en büyük planlı ağaçlandırma çalışma örneklerini yarattığından bahsedildiği gibi hataları da çokça anlatılıyor. Bunları bir kenara atmayacağız. Bir sonraki görkemli denememizde hataları minimuma indirmek için daha fazla düşünecek, tartışacak, yazacak ve eyleyeceğiz ve bir yol bulacağız gibi görünüyor.
Bu yolda, doğa ile barışık yaşama özlemimizde başat önemde olan doğa ve toplum arasındaki ilişkiselliği anlayarak ilerlemek ve eş zamanlı toplumsal üretim ve yaşama biçimimizde köklü değişiklikten geçtiğini özümsemek hayati önemde görünüyor. Elbette yeryüzü sakinleri olarak o zamana kadar çok geç kalmamışsak!
1. Gorz, Andre (2016). Ekolojinin Kızıl Hattı, Mülakatlar, Çeviren: Nihal Özyıldırım, RED Kitaplığı, sy.47-48.
2. Foster, John Bellamy ( 2011). Doğanın Diyalektiği ve Marksist Ekoloji, Yeni Yüzyılda Diyalektik Kitabı içinde Bölüm,Yordam Kitap, sy. 79-120.