Bestseller Okuma Kılavuzu’nu yazarken, bu edebiyatın büyük ölçüde monoloğa dayandığını fark ettim. Roman diye yazılanlar, baştan sona bir adamın homurdanarak, sağa sola laf yetiştirmesinden ibaretti. Her şeyi kendi egosunun ölçütüne vuran bir adamın sayıklamaları roman olmuştu. Piyasa yazarları iki veya daha çok insanın karşılıklı konuşmasını ya da bir konuyu tartışmasını yazamıyorlardı. Piyasa edebiyatında diyalog yoktu. Bazılarında dinsellik estetize ediliyor, bitmeyen monolog tam bir hutbe’ye, vaaz’a dönüşüyordu.
Edebiyat ile tarih arasında, edebiyat ile politika ilişkisinde şaşırtıcı bir uyum vardı. Piyasa yazarı, yakın tarihimizin DP’den sonra, iktidar zoruyla ikinci dinselleşme dönemi diyebileceğimiz AKP devrinde vaazı edebiyat yapmıştı. Olayörgüsü bu bitmeyen vaazın göreceliği içinde keyfileşiyor, roman kişisinden çok yazarın düşüncelerini söylettiği bir kuklaya benzeyen monologcunun tekbenci evreninde okura sürekli ders veriliyordu. Düzenin dokunulmazları, bir kez de roman diye ezberletiliyordu.
DÜZENİN EDEBİ MONOLOĞU
Tekelci düzenin propaganda edebiyatı, içeriğine tam uyacak bir biçim bulmuştur. Her şeyi belirleyen tek bir egonun uzun vaazı, bireyciliği, piyasacılığı, konformizmi, teslimiyeti estetize ediyor. Ne kadar edebilirse; gündelik yaşamı bütünüyle piyasa düzeninin zorunlulukları altında tatsız gelgitlere dönüşmüş okurun bu tatsız monoloğa da edebi bir dayatma olarak katlanmasından söz edebiliriz. Okurun bu vaazla diyaloga girmesi mümkün değildir, olsa olsa ona da tekelci düzenin bir zorunluluğu olarak, başka birçok dayatmayla birlikte boyun eğmektedir.
Zaten piyasa edebiyatı bu tatsız monoloğunu okutma başarısını, piyasanın gücünden alır. Bestseller edebiyat dışında bir edebiyatın varlık koşulları piyasanın diktatörlüğü altında alabildiğine kısıtlanmıştır. Tatsız vaazı yüz binlere okutmak, monolog yazıcısının değil, piyasanın başarısıdır.
Edebiyatın bütünüyle konjonktüre bağlanması, dönemin egemen ideolojisi ve politikasına birebir uyması, bir propaganda edebiyatına dönüşmesi, hiçbir zaman günümüz piyasa edebiyatı ölçüsünde olmamıştır. Bu nedenle bu edebiyatın yaratıcısı değil, üreticisi vardır; onun “üretken emekçisine” artık yazar değil, yazıcı demek daha uygun düşmektedir. Bağımsız, haksızlık karşısında tavır alan, sömürüye karşı insani ilişkileri savunan yazar’ın aydın kişiliğinin yerini, yazıcı’nın, patrona göre yazan edilgin kişiliği almıştır. Yazar’ın tekelci düzende metamorfoz’u onu yazıcı’ya indirgerken, kitle iletişim sistemi onu ünlü ve önemli bir kişi olarak gösterir. Kitaplar arasında derin düşüncelere dalmış, dünyanın gidişinin gayri insaniliği karşısında öfkeye kapılmış, yaratım sancıları içinde kendini kapıp koyvermiş yazar imgesinin yerini, yazıcı’nın, her şeyi dikte eden monologcunun duyarsız ve kendinden emin, her şeyi bilen ve çözen pop star imajı almıştır. Uydurduğu kukla kişilerine bitmez tükenmez vaazlar verdiren yazıcı da, tekelci düzenin istediği imajı yüklediği, gerek duyduğunda kamuoyu oluşturmak için konuşturduğu bir kukladır artık.
Başkanlık sistemi dedikleri, insanı, ipleri birbirinin elinde hiyerarşik bir kuklalar evreninde yönetmek değilse nedir? Baş kukla günlük hutbe’sini verecek, dikte edecek, alttakiler, özellikle yazıcı kukla, bu hutbe’nin edebileştirilmesi ve beyni kısırlaştırılmış halka sindirilmesi için roman yazacaktır. Monolog, bu hiyerarşik düzenin dilidir. Diyalog eşitler evreninde olur. Diyalog, bağımsız kişiler arasında yürütülen ve gelişmeye, geliştirmeye açık bir süreçtir. Tekeller evreninde dikte’nin, monoloğun, bütün işi bunu vaaz etmek olan başkan’ın olması, eskilerin deyimiyle eşyanın tabiatına uygundur.
Eşyanın tabiatına uygundur ama insan eşya değildir; olamaz. O nedenle tekeller düzeninin bütün dikte’lerini ve dayatmalarını er geç yıkacaktır. Vaaz’a, hutbe’ye, monoloğa bir yere kadar katlanılır. İnsan, Kilise’nin yüzyıllar süren hükümranlığını nasıl yıktıysa, tekellerin insanı kanla boğan sömürü çarkını da elbet kıracaktır.
DEVRİMCİLERİN OLMAYAN DİYALOĞU
Bu çarkı kırmaya giderken ortak hareketimizi geliştirmek için diyaloğa ihtiyaç vardır. Önce piyasa edebiyatının bize kaktığı tatsız monoloğu aşmak gerekir. Tekelci piyasanın monoloğu içinde sürüklenen kuklalar değil, sözü ve iradesiyle yaşamı değiştirecek etkin insanlar olmamız gerekir.
Takvimli zamana göre bir yılın son gününde bu yazıyı yazarken, bu pencereden size seslendiğim iki yıla yakın bir süre boyunca, ne ölçüde diyalog kurabildim sorusunu sormak gereğini duyuyorum. Biz, düzeni değiştirmek için bir araya gelenler ve mücadele etmenin olanaklarını geliştirmeye çalışanlar, monolog’dan diyalog’a ne ölçüde geçebildik?
İleri Haber internet gazetesinde yazanlar, birbirimizi okuyor muyuz? Birimizin sorusuna ötekinden cevap geliyor mu? Bakıyorum da koca iki yıl boyunca, bir kere Can Soyer’le diyaloğa girmiş ve ona itiraz etmişim. Ama o da orada kalmış, süren ve geliştiren bir diyaloğa dönüşmemiş.
Bir kere de Emre Gürcanlı, benim bir yazımdan söz ederek kapitalist üretim sürecindeki “iç savaşı” ele almış. İki yılda iki diyalog ya da diyalog girişimi, gerisi sessizlik…
Biçim ve içerikte monolog’a en uzak yerdeyiz. Kişilerin diyaloğu bize yetmiyor, işçi sınıfının ve bağlaşıklarının diyaloğunu ve ortak eylemini arıyoruz. Bunun için yaşıyoruz, düşünüp yazıyoruz. Yankısı?
Bırakın halkta, sınıfta yankısını bulması, kendi aramızda bile bir kıpırtı yaratmıyor. Bir söyleşide, bir kitabevinde, sokakta yeni tanıştığım biri çıkıp da burada yazılanları okuduğunu belirtmese, bütün yazılanların boşa gittiğini düşüneceğim. Demek ki, okurla az çok diyalog kurabilmişim.
Benim sorunum yazar kardeşlerimle. Onlarla bir diyaloğumuz yok. Piyasa edebiyatının yazıcı’sının monoloğu, ne kadar eleştirsek de bize de bulaşmış.
Yeni yılın hepimiz için karşılıklı, derin, ateşli diyaloglar yılı olmasını dilerim.