Divriği’ye düşen Yeni Osmanlı gölgesi

Divriği’de bir gölge sorunu var. Çöl sıcağında bunalıp kendimizi altına atacağımız bir ağaç ararken bomboş bozkırda sipsivri kalmaktan söz etmiyorum. O bozkırın görünüşüne aldanmayın, her zaman insanı bağrına basacak bir alıç ya da ahlat gölgesi verir insana. O da olmazsa, kurumuş otların üzerine serilip sırtını yaslayana kısa bir nefeslenme gölgesi verecek bir kaya bulunur. Divriği’deki gölge sorunu, Platon’un mağarasındaki insanın gölgesine bakarak gerçeği okumasına benziyor. Sanki Platon günümüze gelmiş, binlerce yıl sonra, mutlak ve değişmez gerçeğin hüküm sürdüğü ideler dünyasının gölgesinden ibaret bir yaşamda sürüklenip gittiğimize bizi inandırmış, çaresiz gölgelerin izini sürerek anlam dünyamızı kurmaya çalışıyoruz.

Yıllar önce kaybettiğimiz büyük şairimiz Kemal Özer, güncesinin üçüncü cildine “Gölgeden Güneşe” adını vermişti. Gölge, tam bilinmeyeni, anlaşılmayanı, açık görülmeyini anlatıyordu ve kendini “yaşamı bulanıklıktan sıyırmak”la görevli gören şair, kendi yaşamını da açıklıkla ortaya koymak için güneşe çıkarıyordu.

Güneş insanlığın en büyük metaforudur. İlk tanrılar, güneşti. İlk tapınaklar yüce güneşe adaklar adamak için kuruldu. Güneş, yaşam demekti. İnsanlığın ilk büyük destanında Gılgamış, ölümden kurtulmaya çalışırken, “gözümü güneşe doyurmak istiyorum” diyordu. Yaşamak demek, yarın doğacak güneşi görmek demekti. Güneşsiz bir karanlık, gece, ölümün metaforudur. Gölge ise karanlık ile aydınlık arasında bir geçiş durağıdır. Gölgeye bakarız, onu yaratan ilişkiyi, onun üstüne düştüğü gerçekliği göz önünde bulundurarak gördüğümüzü anlamaya çalışırız.

CÜCE DİKTATÖRÜN DEV GÖLGESİ

Gölge de, insanlığın önemli metaforlarından biridir. Platon’un felsefesinin mağarasından başlayarak sanatın ve edebiyatın başvurmaktan vazgeçemediği bir simgeleştirme aracıdır. Sergey Ayzenştay’ın Korkunç İvan’ında kendinden birkaç kat büyük gölgesiyle Korkunç İvan daha korkunçtur. İktidarın gölgesi, her zaman gerçeğinden daha büyüktür. İktidar ve toplum sözkonusu olunca halkın üzerine düşen korkunç gölgenin kaynağında güneş değil, egemen ideolojinin yalan ve kandırma etkinliği vardır. Karikatürlerde cüce bir diktatörün toplumun üzerine düşen dev gölgesini görürüz. Üzerimize çöreklenen gölgeden kurtulabilirsek, cücenin sırça köşkünü yerle bir etmek hiç de zor değildir.

Divriği’de bir gölge sorunu var, dedikten sonra nereye geldik, aslında bu yazıda, geçen hafta Divriği gazetesinin düzenlediği geziyi anlatmak istiyordum. Divriği’nin saz âşıklarıyla ünlü Çamşıh vadisinin bir köyünde doğmuş ve bir şairin adı verilmiş Yahya Kemal ile eşi Saadet Bayar’ın düzenlediği geziye 35 kişi katıldık. Gezinin duraklarında toplu fotoğraflarımızı çeken Yahya ile Saadet’in lise öğrencisi kızı Ekin’i de unutmamalı. İstanbul’dan 17 Mayıs Çarşamba akşamı yola çıkan topluluğumuzda yazarlar Ayhan Aydın, Süleyman Zaman ve Süleyman Asil, halk müziği yorumcusu Helin vardı. 68 Kuşağından ağabeyimiz, eski DİSK Genel Sekreterlerinden, e Yayınları sahibi Mehmet Atay, anılarıyla, hepimizden meraklı ve genç tavrıyla geziye renk kattı.

YENİ OSMANLI’NIN SELFİSH ŞEHZADESİ

Orta yaşlı topluluğumuz ilkin Amasya’yı gezdi. İki kayalık dağın arasından akan Yeşilırmak’ın kıyısında kurulmuş Amasya, AKP betonlaştırmasının doğanın ona sağladığı güzellikleri henüz tam yok edemediği bir şehir. Sokakta yürürken evlerin çatısının arkasından yükselen kayalık tepeler heyecan verici. Yeşilırmak boyundaki eski evler iyi kötü restore edilmiş ve korunmuş durumda. Yeni Osmanlı iktidarının “şehzadeler şehri” klişesine getirdiği postmodern yorum, Yeşilırmak kıyısında, belinde kılıcı, elinde telefonuyla özçekim yapan şehzade heykeli olmuş. Topluluğumuz bu “selfish” yeni Osmanlı heykeli ile neşeli fotoğraflar çektirdi. Zaman darlığından Amasya’ya bakan dağın yüzüne oyulmuş eskiçağın kral mezarlarını gezemedik.

Gezimizin merkezi Divriği’de yeni ve geleneksel mimariye saygılı biçimde inşa edilmiş Mengücek Oteli’nde konakladık. 19 Mayıs sabahı, 13. Yüzyıl başında Mengücek beyliğince inşa edilmiş görkemli Divriği Ulucami’yi gezdik. Mimarlık tarihçisi Doğan Kuban’ın “Divriği Mucizesi” dediği bu Selçuklu’nun başyapıtı, taçkapılarına işlenmiş ve soyut bir heykel oluşturan rölyefleriyle ünlü. Divriği Cumhuriyet meydanının düzenlemesini yapan mimar Basri Beyin rehberliğinde Ulucami’nin kapılarını incelerken şanslıydık. Basri Bey, Ulucami’yi tarihsel bir çerçevede anlatırken, belirsizlikleri ve bulanıklıkları yok ediyor, zihnimizdeki gölgeleri temizliyordu. Ne yazık ki, caminin içini gezemedik. Restorasyon bahanesiyle ziyarete kapatılmıştı. Basri Bey, dünyanın bütün ülkelerinde eski yapıların restorasyonunun ziyaretçilerin gözleri önünde yapıldığını, bu tür müze yapıtların hiçbir zaman ziyarete kapatılmadığını vurgulayarak Ulucami’nin ziyarete açılması için girişimde bulunduklarını söyledi.

TARİHİN İSYANCILARINI BARINDIRAN ŞEHİR

Divriği, demir madeni nedeniyle eskiçağdan beri önemli bir şehir. Fırat’ın önemli kollarından Çaltı çayı, şehrin kıyısından akıyor ve tarihi kalenin bulunduğu tepenin arkasından görkemli bir kanyona girerek gözden yitiyor. Sivas Erzincan demiryolu da çayın yatağını izlerken sık sık küçük tünellere girip çıkıyor. Kalenin tepesinden çayın kıvrılarak akışını, demiryolunu ve kanyonu izlemek heyecan verici. Karşı kayalıklarda Urartu döneminden kalma Kesdoğan kalesinin kalıntıları yer alıyor. Ne yazık ki, topluluğumuzun gezi programında zorlu bir tırmanış gerektiren bu kaleye çıkış yoktu. Divriği’de Selçuklulardan önce yedinci sekizinci yüzyıllarda Bizansa başkaldıran Pavlikanlar egemen olmuş. Pavlikanlar Hristiyanlığa karşı eleştirel ve muhalif bir yol izledikleri için büyük bir baskı ve şiddetle karşılaşmışlar. Divriği’de Bizans’a karşı yüz yıldan uzun bir zaman direnmeyi başarmışlar. Bu geleneğin katkısıyla olabilir, Divriği Aleviliğin de önemli merkezlerinden biri. Kalenin dibindeki kilise kalıntıları, Divriği’deki Ermeni nüfusunu belgeliyor; bazı köylerde de Ermeni geçmişin izleri, kilise harabeleri bulunuyor.

Divriği, Selçuklu kalıntılarını günümüze kadar korumuş ender şehirlerden biri. Çeşitli yerlere dağılmış Selçuklu kümbetleri, planı hiç değişmeden kalmış tarihi çarşısı, hemen kıyısında hâlâ kullanılan tarihi hamamı, 19. Yüzyıldan kalma, restore edilmiş konaklarıyla yaşayan geçmişin hayata katılışını duyumsatıyor. Basri Beyin inşaatı süren yeni Cumhuriyet Meydanı tasarımı Divriği’nin bu köklü tarihini Cumhuriyet’in çağdaş kazanımlarıyla sentezliyor. Tepesinde Ulucami’nin taç kapısındaki lotus’un ışık yaydığı kulede, Urartu’lardan bugüne bu tarihe katkıda bulunanlara selam gönderilirken, Meydan’ın tasarımında, Avrupa’nın önemli müzelerinde sergilenen Divriği halılarının yününü üreten, otlarla renklendiren, tezgâhta dokuyan emekçiler de unutulmamış.

ÂŞIK MAHZUNİ SÖYLEŞİSİ

Topluluğumuz, akşam Belediye salonunda Mahzuni Şerif üzerine bir söyleşiye katıldı. Ayhan Aydın ile Süleyman Zaman’ın konuşmacı oldukları söyleşiyi Yahya Kemal yönetti. Helin ve Divriğili Âşık Hasan, Mahzuni türküleri söyledi. Marmara Üniversitesi hocalarından Meral Delipınar, çocukluğunda karşılaştığı Mahzuni’yi anlattı. Mehmet Atay, Türkiye’nin görkemli 60’larını ve bu yıllar içinde halk coşkusunu toplumsallaştıran halk ozanlarını anımsattı. Ben de Divriği’de tarih bilinciyle yaratılan Cumhuriyet Meydanı’ndan söz ederek, yeni cumhuriyet gerekliliğini dile getirmeye çalıştım.

Ertesi gün Kemaliye-Eğin gezimiz vardı. Eğinlilerin yüz yıllık bir mücadeleyle kayaları delerek açtıkları Taşyolu’ndan, Fırat boyunca, Karanlık Kanyon’u geçtik. Yağmurun yıkadığı, güneşin buğular saçtığı kayalar arasından rüya gibi bir yolculuktu. Kemaliye’de bir başka mucizeyle, Ali Demirsoy Doğa Tarihi Müzesi’yle karşılaştık. Kelebekleri, akrepleri, yılanları, binbir canlıyı ve kaya parçalarını inceledikten sonra, yağmur altında Kemaliye evlerini gezdik. Zaman azdı, Fırat boyunca dağların sarp yamaçlarında yola devam edip önemli bir Alevilik merkezi olan Ocak köyüne geldik. Ocaklılar da başarılı bir etnografya müzesi kurmuşlardı. Müzelerle bütünsel bir tarih dersi almıştık; doğa tarihinden halk tarihine uzanmıştık.

NAMAZ KILAN GÖLGE

Buradan Arapgir’e, sekiz yüz yıllık bir cemevi bulunan Onar köyüne geçtik. Şeyh Hasan’ın türbesinin yanında sekiz yüz yıllık bir sakız ağacının önünde fotoğraf çektirdik. Ertesi gün ise Yahya Kemal, topluluğu kendi köyüne, Düldül dağı dibindeki Hüseyin Abdal’a götürdü. Burada da türbenin yanına yemekhane, misafirhane, kütüphane inşa edilmişti ve küçük bir etnografya müzesi kurulmuştu. Tepeye ise dev bir Atatürk heykeli dikilmişti. Çaltı çayının balıklarından oluşan öğlen yemeğinden sonra dönüş yolunu tutacaktık.

Divriği’de bir gölge sorunu var, diye başladık, bir gezinin notlarıyla devam ettik ama sorunu hâlâ anlayamadık diye isyan ettiğinizi duyar gibiyim. Divriği Ulucami’nin Ahlatlı ustası Hürremşah’ın eseri taç kapılarındaki kabartma sanatını kaplayan bir gölge sorunundan söz ediyorum. Sözde günün belli saatlerinde bu kapılara düşen gölgede namaz kılan bir insan silueti beliriyormuş. Divriği’nin her yerinde kapıların bu siluetle çekilmiş posterleri asılı. Geçen yıllarda, sonradan yapılmış Doğu Kapısı’nda keşfedilen bu gölge, yenilerde görkemli Kuzey Taçkapısında’da bulunmuş. Buradaki gölge başı örtülü bir kadına benzetiliyor. Gölgenin karanlığında insan yaratıcılığının mucizevi örneği, Hürremşah’ın görkemli sanatının anlamı ve aydınlığı kaybolup gidiyor.

Yeni Osmanlı’nın maddesine ve ruhuna pek uygundur. Ama tarihin isyancı halklarına yurtluk eden Divriği’ye gölgelerde anlam aramak hiç yakışmıyor. Taç kapıdaki hayat ağacı ve onun üç katını taçlandıran güneşin aydınlığında düşüncelere dalmak varken…