Konumuz, AKP/Saray dış politikasının; büyük güçlerle, bölge ülkeleriyle ilişkilerin ve tutturulan çizginin içeriye, yani ülkeye, geniş halk kesimlerine nasıl yansıdığı.
İsterseniz tam da bu konuya ilişkin bir tespitle başlayalım: “(…) anormal olan, dış politika meselelerinin iç politikaya yansıma bilançosunun ‘kayıp’ hanesinde şimdiye kadar dikkate değer bir hareket görülmemesi. AKP’nin iktidara geldiği dönemden başlayarak AB, Orta Doğu, neredeyse tüm komşular, Rusya, İslam ülkeleri, İsrail, Arap dünyası, ABD; hangi ilişkiyi ele alsak onlarca ‘vahim’ hatayla, baş döndüren manevralarla sakatlanmış saçma bir kronolojiyle karşılaşıyoruz. Ama bunların hiçbiri için ciddi bir siyasi bedel ödenmemiş olunması hiç normal değil.” [1]
Kemal Can’ın tespiti doğrudur.
Peki, bu tespitte özetlenen durum Türkiye sol hareketi, onun kitleselleşme yolları, öne çıkarıp vurgulayacağı temel başlıklar açısından ne anlama geliyor?
***
Alt başlıkları ülkenin dış politikası, ABD ve AB’ye göre konumlanış, bölge ülkeleriyle, bu arada büyük komşu Rusya’yla ilişkiler, “İsrail faktörü” diye sıralayabiliriz. Sol, bunların hepsini “tam bağımsızlık” ve anti-emperyalizm ekseninde toplayıp bir hat belirlemek durumundadır
Buna itiraz geleceğini sanmıyoruz. Asıl soru ya da tartışılması gereken konu ise şu: Türkiye’de solun kitleselleşmesinde, geniş kesimlerin belirli motiflerle harekete geçirilmesinde ve yeni bir sol dalga yaratılmasında, özel olarak anti-emperyalizm hattının ağırlığı ne olabilir?
Kendi görüşümüz şudur: Anti-emperyalist konumlanış ve bunun gerektirdikleri, esasen solun tanımına içrektir; anti-emperyalizm solun olmazsa olmaz’ıdır; en küçük bir yalpalamaya bile yer olmaması gereken bir başlıktır… Ancak, çok özel kimi durumlar ve uğraklar dışında anti-emperyalizmin bu ülkede solun en öncelikli teması, başka her şeyin kendisinden türetileceği başat motifi ya da sıçratıcı paradigması olması pek muhtemel görünmemektedir…
Böyle konularda “olabilir” ya da “olamaz” neye göre denir?
Birtakım referans noktaları vardır. Örneğin dünyanın genel olarak nasıl bir dönemden geçtiği; başka coğrafyalarda oluşup uzun denebilecek tarihsel dönemlere damgasını vuran bir “geleneğin” bizde olup olmadığı; kendi tarihimizdeki kitlesel hareketlenmelerin sürükleyici temaları ve elbette daha yakın dönemlerdeki dış politika manevralarının içerde ne gibi tepkilerle karşılaştığı…
Bunlara bakılır, sonuçta ya “olabilir” denir ya da “pek muhtemel görünmüyor…”
Bakıldığında pek muhtemel görünmediği kanısındayız.
***
Günümüzde, anti-emperyalizm bir stratejinin temeli ve asıl belirleyicisi olarak görüldüğünde, başka her şey buna göre tali (ikincil) sayıldığında, içerde olsun dışarda olsun tuhaf müttefik arayışlarına girilir; sosyalizm ise ya çok ötelere itilir ya da sosyalizmden büsbütün vaz geçilip “ne kapitalist ne sosyalist” ütopyalar peşinde koşulur.
Türkiye’de “anti-emperyalist damar” aranırsa bir şeyler bulunur elbette; ama bulunanlar 20. yüzyılın büyük bölümünde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da esen güçlü rüzgârların yanında hafif kalır. 3 Mart 2003 tezkeresine karşı kitlesel tepki elbette önemlidir, anlamlıdır; ancak burada anlık yükselişlerden değil zaman içinde süreklilik taşıyan bir dalgadan söz ediyoruz.
Daha yakın dönemin siciline gelirsek: AB ile ilişkilerde önce bahar havası sonra köprülerin atılması; İsrail’e önce “one minute” çıkışı sonra geri basma; önce Mavi Marmara’cılık sonra “Bana mı sordun” postası; Suriye için önce “Eyy Esed” nidaları sonra çuvallama, Rusya’ya önce “yaptık gene yaparız” atarı sonra domates pazarlığı; bu arada Lübnan meselesi, Patriot füzeleri, vesaire…
Sol, bunların hepsinde kendi doğru ve haklı tutumunu sergilemiş, çok da iyi yapmıştır.
Ancak, buralardan ciddi bir kitlesel tepki, kabarma ve “sola yönelme” beklediyse biraz naiflik etmiştir.
Elbette, tereddütsüz anti-emperyalist tutum; ama bu ülkede anti-emperyalizmin kendisini asıl doğurgan ana saymak yerine başka bir ananın çocuklarından biri olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır…
[1] Kemal Can, Gidiyorum Katarın Gittiği Yere Doğru, Gazete Duvar, 8 Haziran Perşembe