“Muhafazakâr” olarak bilinen, AKP ile MHP’nin toplam oyunun yüzde 70’i aştığı bir ilin merkezinde üniversiteye devam eden üç öğrenci düşünün. Bu öğrenciler kendi aralarında konuşup ertesi gün kent merkezinde barışçı bir protesto gösterisi yapmaya karar veriyor. Kararlarından hiç kimseye söz etmiyorlar. Gece, ikisinin birlikte kaldığı bekâr evinde hazırladıkları pankartlara meramlarını anlatan sözler yazıyorlar ve ertesi gün öğleden sonra kent merkezine gidiyorlar…
Sizce ne olur?
“Protesto konusu ne?” diye sorarsanız, herhangi bir konu diyelim… Örneğin, dincilerin elindeki bir öğrenci yurdundaki cinsel istismar, Ramazan’da oruç tutmayan arkadaşlarının saldırıya uğraması gibi bir olay...
Evet, sizce ne olur?
Bize kalırsa bu üç genç pankartlarıyla yürüdükleri kent merkezindeki esnafın, yoldan gelip geçenlerin fiili saldırısına maruz kalacaktır. Bu “sivil” saldırıların ardından polis olaya el koyacak,linçten kurtarılan gençler gözaltına alınacaktır.
Oysa böyle bir protesto eyleminin gerçekleşeceğinden ne polisin, ne MİT’in oradaki elemanlarının, ne de “derin” olanı dâhil devletin herhangi bir örgütlenmesinin haberi vardı…O zaman, devletin ya da birtakım “karanlık odakların” tahrikinden söz edilmesi mümkün olmayan bu örnekte “halkımızı” ne harekete geçirmiş, üç gencin üzerine yürütmüş olabilir?
***
“Dinci gericilik”, “dinsel fanatizm”, “irtica”, “yobazlık”, vb. adını ne koyarsanız koyun bu ülkede böyle bir damar vardır; bu damar devleti, onun güvenlik güçlerini ve özel teşkilatlarını önceler. Başka bir deyişle hem irticanın hem de irticai eylemlerin varlığı, daha sonra saydıklarımıza indirgenemez, bunların “icadı” sayılamaz.
Örneğin, aradan 90 yıl geçmesine rağmen 1930 yılındaki Menemen olayının “derin devlet” tarafından çıkartıldığında ilişkin herhangi bir bulguya ulaşılamamıştır. En fazla belirli bir tarikatın dahli olabileceğinden söz edilmiştir ki o tarikatın söz konusu dönemde devletle hiçbir yakınlığı yoktur.
***
“Dinci gericilik” ya da “yobazlık” olarak tanımlanan saldırgan fiillerin neredeyse hepsinin arkasında “devletin elinin”, gene devlet katındaki “gizli odakların” aranması, 12 Eylül sonrasında Türkiye soluna da sirayet eden bir yaklaşımdır.
Liberal ideolojinin bir versiyonudur.
Liberal ideoloji, devlet müdahalesinin hiç olmadığı ya da asgari düzeyde kaldığı bir ekonominin yolunu bulacağını, piyasanın “görünmez elinin” sapmaları sonunda bir dengeye kavuşturacağını söyler. Burada “yüceltilen”, dokunulmaması, kendi işleyişinin bozulmaması istenen bir piyasa vardır.
Diğeri de pek çok açıdan yukarıdakine benzer: İnanç alanının da (piyasa gibi!) kendi dinamikleri vardır. Devlet karışmazsa, müdahale ve maniple etmeye çalışmazsa, bu alandaki farklı aktörler bu kez sivil toplum ortamlarında birlikte var olmayı öğrenecek, hoşgörü ikliminin yerleşmesiyle aşırılıklar törpülenecek, sonuçta burada da bir denge sağlanacaktır.
İlki ne kadar kof ve temelsizse ikincisi de öyledir.
***
İslamiyet dâhil herhangi bir dinin kendi fanatizmini üretmemesi mümkün değildir.
Burada dinin kendi “doğasından” söz ediyoruz. Böyle alındığında örneğin İslam dininin tarihsel süreçlerde kendiliğinden şekillenen bir “Halk İslam’ı” (Volk Islam) damarı olduğu gibi fanatik damarı da vardır ve hep olacaktır. Başta devlet olmak üzere dışardan müdahaleye ve manipülasyona maruz kalmadığı sürece İslam dininin sadece barış, kardeşlik, hoşgörü, vb. üreteceği iddiası safsatadan ibarettir.
En ılımlı, en kucaklayıcı izlenim vermeye çalıştığında bile “hoşgörü” sözcüğünü ancak “tahammül” olarak kabul edebildiğini sık sık ağzından kaçıran yapılanmalardan söz ediyoruz.
***
Hiç olmazsa belirli konularda taşlar yerine oturmuş sayılabileceğinden kimi sonuçlara yönelebiliriz:
1- Türkiye’de dinsel fanatizm, “devlet yapıntısı” olmayıp kendi nesnelliğine sahip bir olgudur. Devletle ilişkiler, dönemlere göre, bu olgunun kendi doğasını değil dışavurum ölçü ve biçimlerini belirlemektedir.
2- Türkiye’de “siyasal İslam’ın” AKP özelindeki iflası, dinsel fanatizmin yayılım alanına sınırlar çizmekle birlikte, bu fanatizmin daha militan ve saldırgan özelliklerle siyasal kontrol dışına çıkma ihtimalini artıran bir etmen olarak da değerlendirilmelidir.
3- Dinsel fanatizm, Türkiye’de seküler yaşam tarzının kolay kolay geriletilmeyecek bir yerleşiklik kazandığını gördükçe sakinleşmek yerine tersine daha “maksimalist” talepler öne sürecek, mevcut iktidarın yarattığı ortam ve olanakları sonuna dek kullanmak isteyecektir.
4- Türkiye’de dinci ideolojinin “Bizim söyleyip de 50 yıl önce kabul ettiremediğimiz şeylerden bazıları bugün CHP, HDP ve sol çevreler tarafından da benimseniyor” şeklinde özetlenebilecek bir başarı ve rahatlama dengesine oturması mümkün değildir.
5- Türkiye solu, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden Demokrat Parti’ye, Adalet Partisi’nden Milli Selamet Partisi’ne ve AKP’ye kadar her tür sağ siyasetin el altında hazır bulduğu bir oluşumun “icat” ve/ya da “piyon” sayılamayacağını hiç unutmamalıdır.