Basitçe anlatırsak soru şu: Bir ülkede gerçekleşen önemli siyasal olaylarda ve dönemeçlerde, o ülkenin kendi iç dinamiklerinin payı nedir, dış etkenlerin payı ne kadardır?
Tartışmada ayakların yere basması için kimi sınırlamalar getirmek gerekiyor. Bunlar da şöyle olsun: 1) Dönem, tarihin herhangi bir dönemi değil emperyalizm dönemidir; 2) İlgili ülke bir ulus devlettir; 3) Bu ulus devlette kapitalizm en azından toplumsal formasyonun bütününe kendi damgasını vuracak kadar gelişmiş, “modern” toplumsal sınıflar ortaya çıkmıştır ve 4) Bu ülke Türkiye’dir.
Dış etkenden kastedilen, kapitalist-emperyalist sistemin ilgili ülkeye yönelik doğrudan müdahalesinden dolaylı manipülasyonlarına, ülkedeki siyasal süreçleri etkileme girişimlerine kadar uzanan eylemleridir. “İç dinamik” ise o ülkedeki sınıfların konumlanmalarını, aralarındaki mücadeleleri ve bunların bir yansıması olan siyasal süreçleri karşılayan bir terimdir.
Tartışmaya zemin oluşturacak tarihsel kesit de İkinci Dünya Savaşı sonundan günümüze uzanan dönem olsun.
***
Türkiye solundaki tartışmalara bakıldığında, dış etkeni hiç dikkate almadan bu tarihsel dönemde ne olduysa hepsini ülkenin iç dinamikleriyle açıklayan bir yaklaşımdan söz edemiyoruz. Varsa da biz bilmiyoruz. Buna karşılık tersinden söz etmek mümkündür: Ülkedeki önemli siyasal olayları sadece ya da çok büyük ölçüde dış etkenle açıklayan analizler hep olmuştur, hala vardır.
Geldiğimiz bu noktada, tartışmanın bir sağırlar diyaloguna dönüşmemesi için kritik bir hatırlatma gerekiyor: Yazının başındaki sınırlamaları da gözeterek, Türkiye için, içerde hiçbir karşılığı olmayan, iç dinamiğin belirli unsurlarıyla örtüşmeyen, bu anlamda “saf” bir dış etkenden söz edilemeyeceğini söylüyoruz.
Çok partili rejime geçiş, DP iktidarı, 27 Mayıs, 12 Mart, 24 Ocak kararları (1980); 12 Eylül, ANAP iktidarı ve AKP diye gidersek, bunlardan herhangi birini “içerde hiçbir karşılığı olmayan” dış etkenlerin ve müdahalelerin sonucu olarak değerlendirmek saçmadır.
Özellikle önemli kırılma noktalarında, dış ve iç dinamiğin iç içe geçip “bileşik etken” haline geldiğini söylemek en doğrusudur. Zamanında örneğin Behice Boran, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerini değerlendirirken ülkenin dış etkenin (emperyalizm) içini istediği gibi doldurduğu bir “boş kap” olmadığını vurgulamıştır. Bir başka örnekte ise Mahir Çayan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemi kastederek “daha önceki dönemlerde dışsal bir olgu olan emperyalizmin aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesinden” söz etmiştir.
Bu konuda anlaştık diyelim.
Peki, bu “bileşik etken” modelini zorlayan, neredeyse “istisna” dedirtecek olgulardan söz edilemez mi?
Bu bağlamda akla iki örnek geliyor: 1) Türkiye’nin NATO’ya girişinde, ille de gireceksin diye bastıran bir Atlantik ittifakından çok ille de gireceğim diye bastıran Türkiye söz konusudur ve 2) 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, ordu içindeki karşılığı dışında toplumdaki karşılığı son derece zayıf bir “dış etken” sayılabilir.
Topu topu bunlardır.
***
“Bileşik etken” modelinin iki varyantından söz edilebilir: 1) Dış etkenin (konjonktürün) içerde var olan siyasi çizgileri ve dengeleri etkilemesi; 2) İç dinamiğin kendine uygun bir dış konjonktür bulması…
Birinci varyanta verilebilecek bir örnek, 1990’ların başında Türkiye’de en sağcıları dâhil neredeyse herkesin “sivil toplumun” faziletlerinden, örneğin “ombudsmanlık” müessesesinin ne kadar gerekli olduğundan, “küreselleşmenin” yararlarından, vb. söz etmeye başlamasıdır. İkinci varyantın örnekleri arasında ise 1946 yılında çok partili düzene geçilmesini ve 24 Ocak kararlarını sayabiliriz.
***
Gelelim günümüze…
Kapitalist-emperyalist sistemin bugün içinde bulunduğu durum, önerdiğimiz modeli geçersiz kılmasa bile aynı model açısından mutlaka dikkate alınması gereken önemli olgulara işaret etmektedir.
Ekonomik kiriz… Covid-19’la gelen perişanlık… Dünya sisteminin “kendisi için” sistem olmaktan “kendinde sisteme” dönüşmesi… Avrupa Birliği’nin çözülmeye yüz tutması… Baş metropol denilen ABD’de yaşanmakta olanlar…
Bütün bunlar, az önce sözünü ettiğimiz varyantlardan ikincisini birincisinin önüne koymaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye dâhil ulus devletleri etkileyecek kendi içinde bütünlüklü, yekpare bir sistem yerine her bileşeni kendi telinde çalan dağınık bir “toplamdan” ve böyle bir toplamı kendi siyasal amaçları açısından elverişli bulan iç dinamik unsurlarından söz etmek daha doğru görünmektedir.
Söylediğimiz, AKP’nin ve rejiminin avantajı gibi görünmektedir.
Ancak, kapitalist-emperyalist sistemin bir bütün olarak “çökeceği” günü beklemeyeceksek ve “zayıf halka” kavramının geçerliliğini bugün de koruduğunu düşünüyorsak neden bizim (de) avantajımız olmasın?