Yakın geçmişte neydi öyle?
“Yurtta sulh cihanda sulh” sözüne vuran vuruyordu; kimilerine göre dünyadan kopuk, “içe kapanmacı” bir vizyonu anlatıyor, başkalarına göre “milletin erkekliğini öldürüyordu…”
“Ortadoğu bataklığı” dendiğinde kıyamet kopuyordu; bir coğrafyanın “bataklık” olarak tanımlanması “oryantalist” zihniyeti yansıtıyordu, bir tür hakaretti…
“Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” ise düpedüz ırkçıydı; yani bu söz “bize oralardan pek hayır gelmez” şeklinde değil bir coğrafyadan ve oranın insanlarından ikrah şeklinde yorumlanıyordu…
Böylece Türkiye, sırtta kambur gibi duran bu mirasa savaş açtı; kendi tarihiyle, coğrafyasıyla ve kültürüyle barışıp yeniden hemhal olmak üzere bölgeye yüklendi…
Sonra ne oldu?
Sonrası Dimyat…
Evet, yüklenilen coğrafyada Dimyat diye bir yer vardır. Mısır’da, Süveyş kanalı yakınlarındadır ve pirinciyle ünlüdür. Türkiye, yeni bölge politikasıyla elbette “istila” değil, ama yakınlaşma anlamında Dimyat’a kadar gidebilecekti…
Ya bunu yaparken evdeki bulgurdan olma riski?
Bugün gündemdedir.
***
Açık konuşalım ve sırasıyla gidelim.
Birincisi: Türkiye’nin bölgede belirleyici güç olma hevesi AKP’yle ya da Davutoğlu’nun “derinlikli stratejisiyle” kabarmamıştır. Öncesi vardır; Özal döneminde başlamış, sosyalist sistemin çöküşünden sonra azmıştır.
İkincisi: Daha çok bir dönemki AKP destekçiliği ve “yetmez ama evet” hikâyesiyle topa tutulan liberal ekürinin bu işteki dahli sanıldığından fazladır. Henüz ortada AKP filan yokken ortaya atılan, Türkiye’nin nasıl bölgesel güç olabileceğine ilişkin vizyon çalışmalarına bakılırsa çoğunun altında bu eküriye mensup kişilerin imzası görülür.
Üçüncüsü: Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”, kendisini önceleyen yönelimin basit bir uzantısı değildir; arada “niteliksel” diyebileceğimiz bir farklılık vardır. Davutoğlu, belirli bir vizyona teorik derinlik kazandırmaya kalkışmıştır. Akademik düzlemde kalması halinde bir ölçüde ve o düzlemde tartışılabilecek bir tez, dış politikanın temel taşı haline geldiğinde hastalıklı bir pratiğe dönüşmüştür.
Dördüncüsü: Vizyon sahiplerini, “bizimle birlikte olursa olur” şeklinde dolduruşa getirenler arasında Kürt siyasetinin önde gelen isimleri de yer almaktadır. “Musul’u almayan Diyarbakır’ı verir” sözünü yeniden ortaya atanlar da aynı konumda sayılmalıdır.
Beşincisi: Bölgesel güç olma ihtirası sürdükçe, Davutoğlu’nun imzasını taşıyan “derinlikli vizyon” rafa kaldırılsa bile bataklıktan çıkmak mümkün olmayacaktır. Bu durumda ve özetle, Türkiye solu ister Davutoğlu’nun ister başka birinin imzasını taşısın, Türkiye’nin bölgeye dönük belirli bir iddia taşıyan her politikasına karşı çıkmalıdır.
Çünkü hangisi olursa olsun işin ucunda savaş riski olacaktır…
Çünkü iktidarda kim olursa olsun sermaye sınıfının egemenliğindeki, NATO üyesi bir Türkiye’nin bölgeye kendi belirleyiciliğinde barış ve huzur ortamı getirmesi hiçbir şekilde mümkün değildir…
Çünkü bölge insanının bir dönemki Osmanlı egemenliğini hayırla yâd ettiği, kerameti kendinden menkul çevrelerin kuruntusundan, bir galatı meşhurdan ibarettir.
Çünkü Türkiye bölgeye girmeye ne kadar çalışırsa, hep denildiği gibi, bölge o kadar Türkiye’ye girecektir…
Türkiye Dimyat’a yaklaştığını sandığı ölçüde evdeki bulgurundan olacaktır…
***
Türkiye solu, bölgedeki “ilerici güçlerle” dayanışsın, Suriye’nin direnişini desteklesin, Filistin halkının yanında dursun, İsrail’e karşı sözünü esirgemesin… Sonra bölge bütünlüğünde ilerici, seküler, sol yönelimli bir hareketlenmenin nasıl oluşabileceğine kafa yorsun…
Bunlar ayrı…
Ama bugünkü düzenin ister Davutoğlu imzalı ister başka bir vizyonla, ister Kürtlerle birlikte ya da onlar olmadan, ister ABD güdümünde ya da onunla açıları büyüterek bölgede etkili olmaya çalışmasında solculuk adına bulunabilecek hiçbir boncuk olmayacağı bilinmelidir.
Ne yapılırsa yapılsın Türkiye’ye şiddet olarak geri dönecektir.
Öyle az buz şiddet de değil; Gezi’nin milyonlarını sokağa çıkmaktan alıkoyabilecek bir şiddet…
“Türkiye bölgeden kopmasın” denirken Türkiye’deki milyonların eylemden ve sokaktan kopması göze alınmıyordur herhalde…