Manifesto ’da Avrupa’nın üzerinde dolaşan heyula “komünizm” olarak tanımlanır.
Kimi kaynaklara bakıldığında, hemen öncesinde gene Avrupa üzerinde başka bir heyulanın dolaşmakta olduğunu söylemek mümkün görünüyor: Jakobenizm…
1789’dan, Jakobenler Kulübü’nden ve Robespierre’den söz etmeden başka bir alana, edebiyata atlarsak Stendhal’in Kızıl ve Kara’sından (1830) hareketle bu heyulanın içi kaynayan pek çok gencin üzerinde dolaştığı sonucuna varabiliriz. Sadece bu da değil: Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının özellikle ilk bölümlerinde Napolyon’un genç Rus subayları üzerindeki etkisi uzun uzun anlatılır.
Neticede Napolyon’un da Jakobenlerle bağları olmuştu.
Kızıl ve Kara’da “koskoca bir memleketin bütün adetlerini değiştirmeye kalkıp yine kimsenin burnunu kanatmayı içleri götürmeyen nanemolla ihtilalcilerden” söz edilir. Savaş ve Barış’ta yaşlı bir kont, Napolyon’un genç Rusların başını döndürdüğüne işaret eder. Evet, karşılarında teğmenlikten gelen, soyluluğu ezip geçen bir “kahraman” vardır…
Julien Sorel’den başlayıp devam eden Jakoben (erkek) roman karakterlerinin bir özelliği, “yukarıdakilere” (aristokrasi) duydukları hıncın o kesimden kadınlarla gönül ilişkileri kurma arzusuyla eşleşmesidir. İşi biraz ileri götürürsek, dönemin Jakoben gençlerinin sevdiklerinin balkonlarına dayayıp güzel sözler söyleyebilmek için geceleri ellerinde merdivenle dolaştıkları sonucuna da varabiliriz.
Uzatmayalım: Yükselme tutkusuyla birlikte aristokrasi ve kilise düşmanlığı, dönemin Jakoben ruhunun belirleyici özellikleri arasındadır.
Bu arada, erkek Jakoben ruhun üst sınıftan kadın merakının 1800’lerin ilk yarısını aşan bir tarihsel sürekliliğe sahip olduğu da söylenebilir. Örneğin bizde 27 Mayısçı subayların ki onlar da Jakoben sayılabilir, ihtilalden sonra eşlerini boşayıp İstanbul burjuvazisinden kadınlarla evlendiklerini ima eden kaynaklar vardır. (Orhan Birgit, Evvel Zaman İçinde, Doğan Kitap 2005, s. 330).
Belki Machiavelli okumuşlardır: “Dişi tabiatından dolayı talih gençlerin dostudur. Çünkü gençler daha az ihtiyatlı, daha atılgandırlar.” (Hükümdar, çeviren Selahattin Bağdatlı, Sosyal Yayınlar 1984, s. 117).
***
Jakobenizm diyorsak, başka pek çok “izm”e göre farklı yanını da görmeliyiz. Kendi başına sürekliliği olan, oturmuş bir ideoloji değildir; kendini, siyasetin kritik uğraklarında öne çıkarak, iterek ve “yaparak” gösterir. Bu anlamda Jakobenizm ancak kendisini aşan dünya görüşlerinin ve ideolojilerin “süngüsü” olarak işlevlidir. Bir örnekle anlatmaya çalışalım: On yıldır hiçbir şey yapmadan evinde oturan bir kişi “ben Marksist’im” diyorsa bir şekilde doğru kabul edebilirsiniz; ama aynı kişi “ben Jakobenim” diyorsa “hadi oradan” deyip geçmek en doğrusudur.
Türkiye’de tarihsel kökleriyle birlikte Jakoben damar vardır. Bu damar sosyalistlere de uzanmıştır ve bu nedenle bir dönem liberaller tarafından topa tutulmuşlardır. Ancak, sosyalistler dışında, kendini Jakoben olarak tanımlayan laik, cumhuriyetçi ve Kemalist kesimler de vardır.
İşte burada durmak gerekir.
Kimse kusura bakmasın: Konu “Andımız” ya da “Türkçe ezan” olduğunda mangalda kül bırakmayan insanlar, yarın belediye seçimlerinde (bir ihtimal) “gerçekçi olup” örneğin Mansur Yavaş’a oy vereceklerse ve bunu sandığa “tıpış tıpış” giderek yapacaklarsa Jakobenlikten falan hiç söz etmesinler…
Aradan neredeyse iki yüzyıl geçmiştir ve Jakobenliğin alt-orta sınıftan gelip en üst sınıftan eş bulmakla “bireysel düzlemde” gerçekleştirilebileceği dönemler çoktan geride kalmıştır.
Tek kanal siyasal pratiktir ve bu da yoksa ya da siyasal pratik “gerçekçilik” adına düzenin tam içinde kalan sözde çözümlere fit olmaktan ibaretse Jakobenizm dile vurmuş demektir.
Daha “acısı” da söylenebilir: Bugün, kendini cumhuriyetçi ve Kemalist olarak tanımlayanların Jakobenizmi, 1960’lardakinin gerisindedir. 1960’ların Jakobenizmi (Doğan Avcıoğlu başta); en azından “yarım kaldı”, “tamamlanamadı” “önü kesildi” vb. deyip bu tıkanmayı daha ileriye bakarak aşmayı önerirdi, geriye, 1930’lara dönmeyi değil…
Böyle giderse belirli bir kesimin Jakobenizmi dile vurmakla kalmayıp bir de dibe vuracaktır.