Devrimci burjuva yazarlarının konaklarda gördükleri

Geçen yazıda Nahit Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken romanına eğilmiştik ve romanın günümüze taşıdığı devrim sahnelerine bakmıştık. Gerçekçi yazar, devrimin gerekliliğini, hayatı asalaklık üzerine kurulu ve çürümüş egemen sınıfın tasvirinde, Nimet’in halka bakışında, rüşvetle elde edilen konak ve yalılardaki doymaz servet ve iktidar hırslarıyla, genç ve saf devrimciye pençesini geçirip onu bir karşıdevrimciye dönüştürme sürecinde gösteriyordu. 1908 23 Temmuz’unda İstanbul’a devrimci olarak giren Şefik, bu metamorfoz sürecinde, 31 Mart’ı bastırmaya gelen Hareket Ordusu karşısında üzülecek, saklanacak yer bulamayacak birine dönmüştü.

Şimdi, başka bir romana ve devrimin rüzgârının görüldüğü, başka bir konağın tasvirine bakalım; Yakup Kadri Karaosmanoğlu Hüküm Gecesi romanının başlarında bir konağı anlatıyor. “Nişantaşı’nda, sessiz bir konak bahçesinin yarı açık kapısı önünde idiler. Hasip Bey alışık bir tavırla bu kapıyı itti. Üç defa ses veren bir küçük çanın altından bahçeye girdiler. Güz mevsiminin ilk kuru yaprak yığınları ile yıllardan beri terkedilmiş bir yer hali alan bu bahçede Abdülhamid devrinin dillere destan olan ihtişamını hatırlatır hiçbir şey yoktu. Hafif bir iki devrim soluğu bu eski sadrıazam konağının bahçesini hemen birkaç yıl içinde İstanbul’un en bakımsız tekke ve türbe bostanlarına çevirmişti.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, 1987, İstanbul. s.26) Yakup Kadri, sanki Sultan Hamit Düşerken’in kaldığı yerden devam ediyor. Konakları kuşatan kalabalıkların ve radikalliği budanmış burjuva ihtilalinin “hafif devrim soluğu” zengin köşkünü bu hale çevirmiştir. Hüküm Gecesi, tam da bu sorunu eksen alıyor; burjuva devrimcilerinin tutarsızlıkları, çıkarcılıkları, döneklikleri, “kanun kanun kanun diye kanunu tepeleyen” politikaları Hüküm Gecesi’nin tipleri aracılığıyla sahneye çıkardığı gerçeklerdir.

Sultan Hamid Düşerken’in devamı Hüküm Gecesi’nde

Hüküm Gecesi 1926-1927 yıllarında yazılmış; Sultan Hamid Düşerken’den 20 yıl önce. Aradaki yıllara rağmen, iki romanı birbirinin devamı kılacak ölçüde yaklaştıran etken, gerçekçi nitelikleri ve ele aldıkları tarihsel toplumsal dönemdir. Bundan daha önemlisi, toplumsal sürecin tipik kişiliklerini romanlaştırabilmiş olmalarıdır. Adını dünya toplumsal düşüncesine geçirmiş Jön Türk tipini gerçekçi biçimde yazabilmişlerdir. Hüküm Gecesi’nin Ahmet Kerim’i ile Sultan Hamid Düşerken’in Şefik’i arasında ortaklıklar bulmamız bu nedenledir. Yaşam serüvenleri birbirinden çok farklı gelişse de, bu iki tipi de harekete geçiren temel motivasyon eski toplumun çürümüş ilişkilerinden kurtulmak ve yeni bir toplum kurma özlemidir.

Şefik, İttihat Terakki saflarında, eylem içinde bunu ararken, Ahmet Kerim, 10 Temmuz (Miladi 23 Temmuz) devriminin hayal kırıklıklarının yarattığı bir insandır; İttihat Terakki’den kaçarken Hüriyet ve İtilaf’a yakalanır. İkisi de burjuva devrimcisinin iktidar ve zenginlik özlemiyle doludur. Muzaffer Şefik’in İstanbul’a bakarken duyduğu zenginlik hasretini Yakup Kadri’nin Ahmet Kerim’i de duyar; bir gazetede etkili bir yazar olarak, daha entelektüel zevklerle incelmiş biçimde: Yazar olarak etkinliğiyle bir “mücahit” konumunda bulunan ve bunun mutluluğuyla sarhoş “Ahmet Kerim, gerçi, hayatta bundan başka daha birçok mutluluk kaynakları bulunduğunu bilecek kadar duygulu, genç ve sanatkârdır. Güzel döşenmiş bir odadan, iyi giyinmiş bir kadına, iyi giyinmiş bir kadından mermer bir heykele ve bundan meselâ Mozart’ın bir müzik cümlesine kadar insanlığın estetik görünüşleri ile bir hayatın nasıl bir peri masalı haline gireceğini pekiyi tasarlardı. Çoğu zaman bu duygu onda, yalnız bir düşünce olarak kalmıyor, bütün güzel şeylere karşı bir onulmaz hasretin yarası kanıyordu. İşte o zaman, herkes gibi Ahmet Kerim’de de derinden derine yakıcı bir kudret ve zenginlik ihtirası tutuşmaya başlardı. Zira ne yazık ki, bu dünyada bir dilim ekmek gibi bir sanat ve şiir parçasının da ancak para ile alındığını bilirdi.” (s. 34) Yüzyılın başlarında bunun bilincinde bir roman kahramanı ve romancı Yakup Kadri var; bugün ise, bu metalaşmaya isyan etmek bir yana, yapıtını metalaştırarak zenginliğe kavuşmaya çalışan yazarlarla kuşatılmış durumdayız.

Her doğan güne ‘Bana idealim için ne getirdin’ diyen kuşak

Burjuva devrimcisi, dünya nimetlerini sonuna kadar istiyor, elde edince devrimciliğini ve aynı anlama gelmek üzere, insanlığını yitiriyor. Bunu, Sultan Hamid Düşerken’de Şefik’te görüyoruz. Ahmet Kerim’in hayat çizgisi böyle gelişmiyor. En yakın arkadaşı Ahmet Samim’in öldürülmesi üstüne, bütün değerlerinin altüst olduğu bir sarsıntı geçiriyor; siyasi cinayetlerle gelen bir baskı döneminin aristokrat ve burjuva sınıfının politik kadrolarında yarattığı çürümeyi gözlemliyor. Yakup Kadri şunları yazıyor: “Yüksek, asil ve ateşli ideallere susamış bir neslin susuzluğu onun nabızlarında vuruyordu. Bu nesil her doğan güne ‘Bana fikrim için ne getirdin?’ diye sormaktadır. Bir zamanlar bu gençlik için ‘hürriyet’ tatlı bir rüya idi. Fakat bu tatlı rüyadan 31 Mart sabahının kanlı ve çamurlu gürültüsüyle uyandığı günden beri bir sarhoş mahmurluğu içinde kıvranıp durmaktadır.” (s. 157) Eşitsiz gelişmenin hüküm sürdüğü tarihi ve toplumsal koşullarda, güdük bir burjuva ihtilalinin, kısa sürede restorasyona uğraması, onu hayata geçiren kuşağı da kişiliksizleştirmiştir. Hüküm Gecesi, Ahmet Kerim’in, onun şahsında Yakup Kadri’nin bu dönüşe duyduğu tepkinin romanıdır. Tepkisinin güçlülüğüyle döneminden sarsıcı sahneler sunar bize.

Hüküm Gecesi’nden yaklaşık 20 yıl önce, Sultan Hamid Düşerken’den 40 yıl önce, 1908’de yazılan bir roman ise, Nesl-i Ahir (Son Kuşak); 1908 ihtilalini yapan kuşağın trajedisini anlatır. Karşılaştırma ve Sultan Hamid Düşerken’le çarpıcı bir buluşma açısından, Nesl-i Ahir’den de bir köşkün anlatımını aktarmak istiyorum.

Sömürü ve zulüm anıtı köşk

Sürgünden dönen ve doğuya sürülmüş asker babasını görebilmek için Abdülhamid Paşalarından birinden yardım istemek zorunda kalan İrfan’ın gözünden çizilen bir köşk: “Kimbilir ne kadar ailenin gözyaşlarıyla meydana gelen, çatısında ve duvarında nice evlatsız kalmış annelerin, babasız kalmış çocukların öc alma hayalleri dolaşan bu gösterişli, görkemli köşkün kapısından girerken, kırmızı giysileriyle ona bu yapının ta eşiğinde türlü kanlı acılıkların önsözünü anlatıyor sanılan kapıcıların arasından geçerken nasıl yüreği burkulmuş; sonra uşaklara, böbürlenen ve büyüklenen tutumlarıyla dinlemeyen, yanıt vermeyen o yaratıklara kendisinin yalvaran sesini işittikçe artık daha ileriye gitmeden hemen oradan, bir pencereden atılıp paramparça kaldırımın üzerine düşmek için nasıl gereksinme duymuştu.” (Halid Ziya Uşaklıgil, Nesl-i Ahir (Son Kuşak); kitap olarak 1. baskı, 1990, İstanbul, s. 77) Sömürünün ve zulmün saldırgan bir anıtı gibi çizilen bir köşk; yazar ve kahramanı, bu gerçeklik karşısında canını hiçe sayacak ölçüde güçlü bir tepki duyuyor. Zaten, romanın kişilerinden, İstibdat’a karşı örgütlü mücadelenin içinde yer alan İrfan’ın sonu da Galata köprüsünden atlayıp yokluğa sürüklenmek olacaktır.

Nesl-i Ahir, 10 Temmuz ihtilalinin hemen ertesinde yazılmıştır. Tanin’de tefrika ediliyor. Halit Ziya, uzun bir aradan sonra devrimin heyecanıyla yeniden roman yazmaya girişiyor. Ama romancı sezgisi, içinde yaşadığı devrimin kurtuluşu getirecek devrim olmadığını kavrıyor olmalı, devrimci karakterin sonu zafer değil, yokoluş oluyor.

Sözünü ettiğimiz her üç romanın da dönemin tipik burjuva devrimcisine yükledikleri yazgı yokoluştur. Halit Ziya’da trajik bir biçimde ölümle gelen bu son, Yakup Kadri’de, bütün umutlarını, hayallerini, inançlarını yitirerek Sinop sürgününde “otlaşan”, kişiliksizleşen Ahmet Kerim’le karşımıza çıkacaktır. Nahit Sırrı Örik, devrimin arkasından gelen yılların birikimiyle bu tipi daha geniş bir tarihi ve toplumsal çerçevede romanlaştırır; burjuva sınıfının iktidarla yitirdiği devrimci değerleri, ahlakı gösterir, bu sınıfın sömürüyle yoğrulmuş özünü ortaya çıkarır. Bu da tarihi ve toplumsal açıdan insani bir yokoluştur.

Üç İstanbul’un köşk ve konakları

Yeri gelmişken, bu ülkede yaratılan romanın mucizelerinden birini anmadan olmaz; Üç İstanbul, 30’lu yılların ürünü (1938) bu kitap da aynı devri romanlaştırır. Üç İstanbul’un Adnan’ı ile Ahmet Kerim ve Şefik’in ortak kişilik çizgilerini hemen teşhis edebiliriz.

Mithat Cemal, Üç İstanbul’u konaklar üzerinden anlatır. Romanın en önemli nesneleri konaklardır. Konaklar aynı zamanda sahiplerini, onların zenginlik edinme yollarını, içindeki eşyalarla ve döşenme tarzıyla, yaşama biçimi ve kültürlerini göstermenin temel nesneleridir. Padişahın yakını ve jurnalcisi Hidayet’in konağı dönemin baskı düzeni içinde yaratılmış bir zenginliği sergiler. Bunun nedensel ve tipik ilişkiler içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Dönemin tarihini yazan Süleyman Kâni İrtem, “Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür” adlı kitabında, Abdülhamid’in jurnalcilerine ve yakınındaki aristokrat ailelerine ihsan ettiği yalılar, konaklar ve çiftliklerin geniş bir listesini vermiştir. (Süleyman Kâni İrtem, Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür, haz. Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, 1999, İstanbul, s. 16-17) Mithat Cemal, Hidayet’in konağındaki ziyafette hazır bulunan tapu müdürü Senih Efendi’yle mahlûlden ele geçirilen mülklerin tapularının çarçabuk Hidayet’in üzerine kaydedilmesini ustaca gösterir. Bunun tarihsel nedenselliğe uygun olduğunu İrtem’in yazdıklarında bulabiliyoruz. İrtem’in tarih incelemesinde Abdülhamit paşalarının temel servet kaynakları şöyle belirtilmektedir: “Mahlûl mülk ve akarlar çok defa nüfuz ve iktidar sahiplerince kapatılırdı. Böyle bir şey haber alınır alınmaz kim tarafı takribini bulursa irade ile ya bedelsiz yahut ucuz bir bedel mukabilinde üstüne geçirtirdi.” (İrtem, s. 17)

Mithat Cemal, halkın alınterinin ürünü bu zenginliklerin jurnalci paşalara aktarılışına ilişkin bir başka sergilemeyi, yine bir görkemli nesne üzerinden, Adnan’ın Belkıs’a tarih dersleri vermek için gittiği Erkânıharp Müşirinin Boğaz’daki mermer yalısıyla yapar. Yalı ve Belkıs’la karşılaşınca Adnan’ın kişiliğinde sarsıcı bir değişim olur. “Farkında değildi; bir cinayet olan bu servetin içine girmeğe Adnan razıydı. Bu yalıdaki refah, memleketi vuran hançerdi; fakat bu hançeri elinde tutarken Belkıs, asırların üstünden görünüyordu.” (Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, 1983, İstanbul, s. 196) Adnan’ın kişiliğindeki çelişkiler, zenginlikler karşısında ondaki değişimi tetikler. Gururlu Belkıs ve onun mekânı, zenginliğiyle göz kamaştıran yalı Adnan’ın elde etmeye çalışacağı, temel nesnelerdir.

Adnan ile Sultan Hamid Düşerken’in Şefik’i aynı itkilerle hareket ederler. Çöken aristokrasinin zenginliklerine kendileri sahip olmak isterler. Yazarlar, sömürü çarkında ele geçirilen bu servetlerin yeni sahiplerini de kendine benzeterek, yozlaştırdığını, devrimci kişiliklerini çürüttüğünü göstermişlerdir.

Üç İstanbul’un iki konağı daha, nedensel ilişkiler içinde ortaya çıkan, başkalarının felaketleri üzerine inşa edilmiş servetleri gösterir. Adnan’ın 10 Temmuz Devrimi’nden sonra, yalpalayarak da olsa iktidara gelen İttihat ve Terakki’nin yöneticilerinden biri olduğu için nüfuzuyla aldığı davalardan kazandığı büyük servetle elde ettiği konağı bunlardan biridir. Ötekisi ise, Moiz’in finans vurgunlarıyla ve ticaretle sahip olduğu milyonluk servetle inşa ettirdiği Harbiye’deki konaktır. Bu konaklar, halkın yoksulluğu ve sefaleti karşılığında elde edilen zenginliği ortaya koyarken, halkın mekânları ise Sofular veya Aksaray’daki yoksul evlerdir.

Yazarın tarihi-Romanın tarihi

Romanlar, aynı tarihi dönemi eksen alsalar da, yazıldıkları yılların ve yazarlarının ideolojik, politik süzgeçlerinden tarihe bakarlar. Devrim’in sıcak günlerinde yazan Halit Ziya’daki öfke ve radikalliği bu çerçevede anlamlandırabiliriz. Yakup Kadri’nin bakışında ise, ayrıntılı bir incelemeyle ortaya konacak, Cumhuriyet’in yol açtığı kırılmalar vardır. Üç İstanbul ile Sultan Hamit Düşerken’in, yazarlarının yaşamı ve yazıldıkları dönemin koşulları içinde incelenmesi verimli sonuçlara götürebilir.

Geçerken bunları not ettikten sonra, son bir köşk çizimiyle karşılaştırmamızı zenginleştirelim. “Rabia, Selim Paşa Konağının geniş caddesine çıkınca yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevindi. İki yanı büyük bahçeler içinde, bahçe ortalarında konaklar, her kapının üstünde büyük bir fener... Kapılardan birine uşağın ardı sıra girdi. Hanımelleri, yasemin ve akasya kokuları, fıskiyenin şırıltısı... Bunlar çocuğun yüreğine tatlı bir çarpıntı verdi.” (Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal, İstanbul 1970, s. 26) Evet, hatırlayacağınız gibi, Sinekli Bakkal’ın Rabia’sının gözünden anlatılan bir konak bu. Halide Edip’in romanı ilkin İngiltere’de ve ingilizce, “Soytarı ile Kızı” adıyla yayımlandı. Daha sonra türkçeye çevrildi. Romanın konusu andığımız öteki romanlarla benzerdir, II. Abdülhamid devrinde yetişen Rabia’nın çevresinde paşalar, Jön Türkler ve Avrupa’dan gelmiş Pregrini’yi tanırız. Seyit Kemal Karaalioğlu, Sinekli Bakkal’ın türkçe yayın tarihini 1936 olarak veriyor. Romanda, Rabia’nın işkence gören ve sürgüne gönderilen babası, devrimcilere yönelik baskılar anlatılsa da, yukarıdaki parçada da gördüğümüz gibi, Halide Edip, çatışmalara daha yumuşak bir gözle bakmaktadır. Halit Ziya’nın zulmün izlerini gördüğü konakta, Halide Edip “yüreğe tatlı çarpıntılar veren” güzellikler bulmaktadır. Burjuva düzeninin yerleştiği koşullarda, devrimci niteliklerini yitirmiş ve tutuculaşmış bu sınıfın yazarları da, devrimi yazarken bile uzlaşmanın övgüsünü yaparlar. Yalçın Küçük’ün “Kemalist Estetik” kavramıyla incelediği Sinekli Bakkal Rabia-Pregrini evliliğiyle Doğu-Batı bütünleşmesini simgelerken Vehbi Dede tipi ile, devrimin maddeci felsefesinin izlerini mistisizm tülleriyle örtmektedir.

Burada söylenenler, Sinekli Bakkal’ın değerini ortadan kaldırmıyor; ancak yazıldığı koşulların ve estetize ettiği sınıfın konjonktürel çıkarlarına çözüm arayan ideolojik niteliğini belirginleştirmeye çalışıyor.

Devrimci burjuva romanının değişik yazarlar eliyle ve değişik toplumsal koşullarda aynı konuya, II. Abdülhamit dönemine nasıl farklı baktıklarını tartışmak için adını andığımız beş roman zengin ipuçları sunuyor.

Devrimcilikten bireyciliğe sürükleyen darbeler

Hüküm Gecesi’nin otlaşan Ahmet Kerim’i gibi, Sinekli Bakkal’ın paşazade ihtilalcisi Hilmi de, neredeyse aynı cümlelerle teslimiyetçiliğin övgüsünü yapar. O bunları düşünürken, Rabia’nın babası Kız Tevfik, onu ele vermemek için işkenceye direnmektedir:

“Odasına çıktığı vakit kafasında birbirini kovalayan düşünceler, ölçülerini, kimliklerini kaybetmiş, birbirine çarpan bir sürü divanelere benzetmişti.

“(...) İçinde her zamandan çok şiddete, zora zulme, acı veren her şeye karşı bir başkaldırma, bir öfke duyuyordu. Şimdi bile bu çirkin şeyler (buraya dikkat-b.s.a.) -bir zulüm anıtı yıkmak için dahi kullanılsa- gene zararlı, gene tiksinilecek şeylerdi. Dünya ona çirkin bir boğuşma meydanı gibi geldi. Padişaha, hükümete başkaldıranlar, ihtilal yapmak isteyenler, hepsi hepsi aynı çirkin hamurdan yoğrulmuş insanlar ve kuruluşlardı. Yalnız fert masum, yalnız fert zavallı ve bazan da iyi idi.” (Sinekli Bakkal, s. 137) Egemen sınıftan ihtilalcinin başarısızlık ve baskı karşısındaki tipik düşünceleridir bunlar. 12 Eylül darbesi sonrasının küçük burjuva devrimcilerinin, bugünün liberallerine götüren düşünceleri...

Gerçekçi burjuva romanı, jakoben burjuva devrimcisinin duyarlı portresini çizdiği ölçüde, dönek burjuva devrimcisinin de bugüne kalan örneklerini yaratıyor. Hilmi düşünmeyi şöyle sürdürüyor: “Buzlu şerbet içilen, pencerelerinden yasemin kokusu gelen ılık odalarda tartıştıkları Fransız İhtilali kimbilir fertlerin hayatını altüst eden bir zulüm ve aşırı bir baskı havası içinde geçmişti.” (s. 137)

Nereden nereye, bir sömürü ve zulüm anıtı olarak çizilen paşa konağından, insana ferahlık veren bey konaklarına...

Roman kahramanının kolundaki bileziğin kimin emeğine elkonarak elde edildiğinin hesabını soran yazardan, kapaklarının üzerinde sömürü kurumlarının damgasını taşıyan kitaplar yayınlayan yazarlara...

Devrimci burjuva romanından sahnelerin birinci perdesini burada kapatıyorum... Arada gerçekçi romanın güzelliğiyle buluşmanız dileğiyle...