Dereyi geçerken restorasyon…

“Darbe”, Batı dillerindeki karşılığıyla coup d’état, ani vuruşla, yasal olmayan yollarla iktidara el koymak anlamına geliyor. Kerte kerte ilerleyen süreçlere, şiddetle müdahale ederek hızlı sonuç alma yöntemi olarak da tanımlayabiliriz. Bu tanım esas alındığında “sivil”, “askeri” darbe ayrımı anlamsızdır. Darbe, darbedir.

Başarılı ya da başarısız, her darbe girişimi, karşı-darbeyi haklılaştırır. 15 Temmuz’u, başka birçok şeyin yanı sıra, 7 Haziran 2015’ten bu yana yağan “sivil” darbelerin gerici intikamcı karşılığı olarak da düşünmek gerekir. Şimdi de, Erdoğan, 15 Temmuz’u karşı taarruzunun en etkili toplumsal pistonu olarak kullanıyor: Darbe diyalektiği!

Önce 15 Temmuz’la ilgili üç not.

Fethullahçılık, Guinness rekorlar kitabına, siyasette sızmacılık  (entrizm) yöntemlerinin rakipsiz örneği olarak geçeceğe benziyor. Şu ana dek ortaya dökülen bilgiler, ipi emperyalist merkezlere bağlı bu gerici ve gizli örgütün devletin derinliklerine her türlü tahminin ötesinde sızdığını, sinir merkezlerinde konuşlandığını gösteriyor. Öte yandan, 15 Temmuz deneyimi, kimi iyi niyetli solcu yurttaşların da sempati duyduğu entrizmin en temel zaafını ortaya koyuyor. Entrizm, doğası gereği siyasal görüşlerini de sakladığı için, hiçbir zaman, hiçbir koşulda toplum çapında siyasal bir hareket, etki ve destek yaratamıyor! 15 Temmuz’un başarısızlığını, darbe tekniği ve mekaniği ile ilgili zaaflarından çok burada aramak gerekiyor.

İkincisi, Fethullahçılığın devletten tasfiyesinin toplum çoğunluğu tarafından meşru karşılanmasından hiçbir rahatsızlık duymamamız gerekiyor. Fethullahçı işbirlikçi şebekenin çökertilmesi emperyalizm ve sermaye egemenliği yönünden bir mevzi kaybıdır. Onların kaybettiğini kazanıma dönüştürmek devrimci irade ve etkinliğe bağlıdır.

Üçüncüsü, 15 Temmuz, ABD ve AB tarafından cesaretlendirildiği ve yedeklendiği halde başarılı olamadı. 2013’ten bu yana yaşananlar ve 15 Temmuz bir kez daha iç dinamiklerle örtüşmeyen dış yönlendirmelerin yetmezliğini gösterdi.

***

Bu ülkede yıllarca, en bilinen ikisi “Erdoğansız AKP” ve  “sosyal demokrat CHP-HDP” modelleri olmak üzere  “türlü çeşitli” restorasyon seçenekleri tartışıldı. 15 Temmuz, daha o zamanlar doğru olmadığını yazıp söylediğimiz bu teorileri çöpe attı.

Totaliter tek adam devlet ve düzeninin kendisini yenileyerek yerleştirmesi anlamında restorasyon şimdi, bizzat Erdoğan’ın orkestrasyonunda AKP, CHP ve MHP işbirliğiyle uygulamaya konuluyor.  HDP’nin bu koalisyona katılıp katılmayacağı, iç-dış birçok etmene, Erdoğan’ın emperyalist merkezlerle pazarlık eksenli ilişkilerine, içte ve dışta alternatif bağlaşıklarıyla kuracağı dengelere bağlı görünüyor. Kürt sorunu bu restorasyon sürecinin, içinde birden çok soru işareti barındıran önemli düğümlerinden biri olmaya devam ediyor.  

Bu koalisyonun ömrü üzerine bugünden bir şey söylenemez. Görülmesi gereken, 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin OHAL eşliğinde bu yola sokulmuş olduğudur. Erdoğan, 14 yıllık iktidarı süresince ideolojik ve siyasal olarak kendisine benzettiği (asimile ettiği) CHP ve MHP’yi, üst üste darbelerle darmadağın etmiş ve yumuşatmıştı. Bu iki parti, 15 Temmuz darbesiyle Erdoğan’ın istediği gibi biçim vereceği hamur kıvamına geldiler. Yeni HSYK üyeliklerinde CHP ve MHP’ye birkaç sandalye vermek, kimi pazarlıkları yüksekten başlatıp bir basamak aşağıda uzlaşmak vb. türünden ödünler karşılığında Erdoğan’ın totaliter, tek adam diktatörlüğü önündeki engelleri birer birer kaldırılmaya başladılar.

Restorasyonun en önemli maddesi TSK’nin yeniden yapılandırılmasıdır. Şu anda dereden geçiliyor. Dereyi geçerken at değiştirilmeyeceği açıkça söylendi. Söylenmeyeni de biz çıkarabiliriz: Köprüden geçinceye kadar CHP ve MHP’ye “dayı” denecek! 

Erdoğan’ın dereyi geçtikten sonra duracağını ise hiç kimse söyleyemez. Fiilen, hukuken ve şer’en doğrudan kendisine bağlı, komutasıyla, gövdesiyle, paralı askerleriyle Sünni-İslamcı, gerektiğinde NATO’dan bağımsız hareket edecek bir ordu inşası yolunda ilerleyecektir.

***

Erdoğan, Avrupa Birliği’yle, ABD’yle ipleri bir anda koparamaz. Öyle “ha” deyince Türkiye’yi NATO’dan çıkarıp Şanghay Beşlisi’ne katamaz. Türkiye ekonomisini, AB’den uzaklaştırıp BRİCS ülkelerine ekleyemez. Böyle şeyler yapmaya kalkarsa en başta ekonomik nedenlerle iktidarda kalamaz. 

Bunları ve aynı anda birkaç cephede birden savaşılamayacağını bildiği için dış ilişkilerde de adımlarını zamana yayıyor. Erdoğan’ın birinci önceliği Türkiye’de rejimini her açıdan sağlam temellere oturtmaktır. O zamana kadar elindeki çeşitli kozları kullanarak AB ve ABD ile kimi zaman diklenip dayatarak, kimi zaman alttan alıp uzlaşarak pazarlıklar yürütürken, bir yandan da yeni ve alternatif bağlaşıklıklar geliştirecektir.  “Gülen’in iadesi” ve “idam” başlıkları pazarlığın önyüzüdür. ABD’nin Fethullahı vermesi de, idamın geri getirilmesi de güçlü olasılıklar değil. Bunlar daha derin pazarlıklarda kullanılacak kozlar olarak elde tutuluyor. Herkesin herkesle pazarlık yaptığı kaotik dünya konjonktürü bu tarz siyasete alan açıyor.

Erdoğan, “güçlü Türkiye, güçlü ordu”yu, yaklaşmakta olan ekonomik krizi karşılamanın biricik yolu olarak da öne sürecektir. Tek adam devletini Sünni İslamcı bir temelde sağlamlaştırma, iç savaşı önleme, büyük sermayenin desteğini sağlama alma hedeflerinin üçünü birden karşılayacak siyaset, bölgenin süper gücü olma yönelimli emperyalist siyaset olarak netleşiyor.

Bu ise, bu yola girenler için risklerle doludur.

Yolun çelişkilerini, risklerini (bizim için tehlikelerini ve olanaklarını) çözümlemeyi başka zamana bırakarak bu yazıyı, doğru ve etkili mücadele için, süreçleri, yönelişleri doğru okumak, mücadele ve direniş çizgisini ona göre kurmak gerektiğini vurgulayarak bitirelim.