HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın geçenlerde gündeme gelen AKP değerlendirmesini hatırlayalım.
Demirtaş’a göre AKP’nin ana referansı İslam değildi; bu parti kapitalizmin nimetlerine göz dikmiş neoliberal bir partiydi. AKP’ye muhalefetse, bu da “emek teorisi” ve “anti-kapitalist teori” üzerinden yapılmalıydı…
Demirtaş’ın bunları neden söylediğini kestirmek güç değil. İşin burasını fazla kurcalamayalım ve devam edelim.
Ama sorarak: Demirtaş haklı mı?
Pek değil gibi görünüyor.
Aynı mantıkla örneğin 1930’larda şu da söylenebilirdi: “Bu Almanya’daki Naziler aslında faşist falan değil; Alman kapitalizminin ve onun büyük tekellerinin çıkarlarını sonuna kadar kollayan bir siyasetin temsilcileri…”
Neyse, burada bırakalım.
***
Marx’ın kapitalizme ilişkin çözümlemeleri, soyutlamanın, somuta doğru birbirini izleyen düzeylerinden oluşur. Kapitalist üretim tarzı veri alındığında, soyutlamanın en üst düzeyinde zaman ve mekân etkenlerinden bağımsız temel gerçeği, özü buluruz: Meta üretimi, artı ürüne el konulması ve sermayenin hareket yasaları…
Bunlar kapitalizmin temel ve evrensel özellikleridir. Kapitalizmin şu döneminde de bu döneminde de, kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu o ülkede de bu ülkede de aynıdır.
Başka bir tarafa, emek gücünün yeniden üretimine baktığımızda da benzer bir durum görürüz. Proleter, ertesi gün emeğini yeniden kapitaliste sunabilmek için belirli bir gün içinde tükettiği emek gücünü yeniden üretmek zorundadır. Öz budur; her dönem ve her mekân için geçerlidir. 19. yüzyılda böyleydi, bugün de böyledir. Bugün, ABD’deki işçi de Bangladeş’teki işçi de bu açıdan tıpatıp aynı konumdadır.
Soyutlamanın en üst düzeyi diyoruz, böyledir…
Başka türlü ifade edersek, soyutlamanın bu üst düzeyi, devletten, ideolojiden, siyasetten, kültürden (toplumsal formasyonun bütününden) arınıktır.
Gelgelelim, artı değer üretimi de, emek gücünün kendini yeniden üretmesi de somut koşullarda, dolayısıyla kaçınılmaz olarak verili siyasal, ideolojik, kültürel vb. ortamlarda gerçekleşebilecek süreçlerdir. Burada, soyutlamanın daha alt düzeyine, yani biraz daha somuta inmiş oluyoruz. Bu düzeye inildiğinde, artık devletten, ideolojiden, siyasetten ve kültürden “arınık” süreçlerden söz edemeyiz.
Evet, artı değer üretimi gene aynı yoldan gerçekleşir; ama teknolojisinden emeğin örgütlülük durumuna, ideolojiler alanından devletin müdahalelerine ya da kültürel yapıya kadar pek çok etmen bu süreçte devreye girer.
Evet, emek gücünün kendini yeniden üretmesi de gene aynıdır; ama örneğin Batı Avrupa’daki bir emekle Şili’deki bir emeğin kendini yeniden üretebilmesi için karşılanması gereken ihtiyaçlar arasında önemli farklılıklar vardır.
O zaman bu bölümü bağlayalım: Kapitalizme karşı siyasal mücadelenin, en üst soyutlama düzeyindeki gerçeklerden hareketle, salt bunlara odaklanarak ve bu düzeyde verilmesi mümkün değildir.
Hiçbir yerde olmamıştır ve bundan sonra da olacağı yoktur.
Anti-kapitalist mücadele, kapitalizm kendini somut olarak hangi düzeyde gerçekliyorsa o düzeyde verilebilir.
***
O zaman bir adım daha atalım, Türkiye’ye dönelim ve lafı dolandırmadan söyleyelim:
Dinci ideoloji/dinci gericilik (bu kavramları beğenmeyen yerine istediğini kullanabilir); metalaştırmadan artı değere el konulmasına; birikim süreçlerinden finansman ve pazar arayışlarına, oradan emek gücünün yeniden üretimine kadar Türkiye kapitalizminin en üst soyutlama düzeyinden bir alt düzeye, yani toplumsal formasyon düzeyine inmesinin başat aracılarından biri haline gelmiştir...
İsterseniz şöyle söyleyelim: AKP’den kurtulmuş, AKP’siz bir Türkiye düşünebiliriz; ama dinci ideolojiden büsbütün bağımsız bir birikim süreci ve toplumsal formasyon tasavvur etmek bu saatten sonra mümkün değildir.
Bugün gelinen noktada, Türkiye kapitalizmini bu ideolojiden, bu ideolojiyi de Türkiye kapitalizminden ayıramayız.
Yani Demirtaş haklı değildir.
Varsın haklı olmasın; kendisi ve temsil ettiği siyasal hareket dinci ideolojiyle hiç uğraşmadan salt “emek teorisi” üzerinden anti-kapitalist mücadele vermeye niyetliyse öpüp başımıza koyarız.
Gerisini de biz hallederiz…