Darbe günlerinde teori

Olur mu, şimdi sırası mı, demeyin…

İçinden geçtiğimiz dönemde, başka işler bir yana en azından kafamız net olacaksa, “teori alanına” ait görünen kimi konulara şöyle bir göz atılması gerekiyor.  

Bu konulardan biri, ideolojik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki farklılıktır.

Basitçe söyleyelim: İdeolojik mücadelede kapsanacak alan, siyasal mücadelenin alanına göre her zaman daha geniştir ve ideolojik mücadelenin hemen, ilk ağızda pratik ve somut siyasal karşılığının olması da şart değildir. Sonra, ideolojik mücadele, gerçekleşmesi hiç mi hiç mümkün olmadığı halde insanlara “sahi, olsa ne iyi olur” dedirten başlıklarda da verilebilir. Nihayet sonuncusu: Bu alan genişliğine ve onun tanıdığı meşruiyete rağmen kimi özel durumlarda tek başına ideolojik mücadelede ısrar, insanları anlamsız bir noktaya da götürebilir.

Örnek: “Serbest piyasa, herhangi bir dış müdahale olmadan kendi işleyişiyle kaynakların en rasyonel biçimde dağılımını sağlar” görüşüne teoriyle, bilimle ve ideolojiyle karşı çıkarsınız. Ama iş pratik siyasete geldiğinde ve iktidarda değilseniz, “o zaman benim işim serbest piyasanın işleyişine izin vermemektir” demek saçma olur.

Başka bir örnek: Ütopyacı sosyalizmin güncel versiyonlarına karşı doğrudan ideolojik mücadeleye girişebilirsiniz.  “Ulus devlet artık aşılmıştır; üretim ilişkilerinin küçük, ademi merkezi, özerk birimlerin federatif bir yapılanmada yeniden düzenlenmesiyle eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzene geçebiliriz” diyenler varsa ideolojik (ve teorik) düzlemde karşı çıkarsınız, eleştirirsiniz, olamayacağını söylersiniz.

Ya siyaset?

Farklı bir düzlemdir ve “hayır, yaptırtmayacağım” denmez, diyemezsiniz.  Başka bir deyişle, kimi durumlarda ideoloji düzlemindeki meşru mücadelenin kendisinin doğrudan, bire bir siyasal karşılığı olmayabilir.

Mutlaka dolayım gerekecektir.

***

İdeolojik mücadelede aşırı ısrar, yani siyasal düzlemdeki karşılığını hiç düşünmeden bu alana fazlaca yoğunlaşma “tuhaf” sonuçları da beraberinde getirebilir.

Ne gibi?

“Özgürlükler alanının olabildiğince genişlediği, sivil toplumun ‘üçüncü sektör’ olarak güçlenip süreçlere damgasını vurduğu; yaşamın her alanında karşılıklı diyalog ve hoşgörünün yerleştiği, çağdaş, özgürlükçü ve demokratik Türkiye…”

Evet, adıyla sanıyla “liberal vizyon...”

İşin ilginç yanı, verili düzen içinde tam tersine gelişmeler ne kadar hızlanırsa, “vizyon” ne kadar uzaklara düşerse, böyle bir Türkiye’nin olamayacağı ne kadar kesinleşirse, özlem de o kadar kabarmaktadır!

Peki, özlem ne kadar kabarırsa, bizim de “liberalizme karşı ideolojik mücadeleye” o ölçüde yoğunlaşmamız, ağırlık vermemiz mi gerekecektir?

Eğer öyleyse, o zaman örneğin “açık faşizm” koşullarında burjuva demokratik özlemler iyice kabaracağına göre bu koşullarda başka her şeyden önce tutup burjuva demokrasisi ve liberalizm eleştirilerine gömülelim, olsun bitsin…

Avrupa’da faşizmin kol gezdiği dönemde komünistler böyle mi yapmışlardı?  

O zaman doğrusu nedir?  

Bizce şudur: İdeolojik mücadele, dışa dönük doğrudan siyasal karşılığı olmadığı durumlarda ağırlıklı olarak “konsolidasyon” ya da sosyalist safları sıkılaştırıcı işleve sahiptir. Bu anlamda gereklidir. Ne var ki, bu görece dar alanın genişlemesi ve ideolojik mücadelenin daha fazla karşılık bulması ancak siyaset aracığıyla mümkün olabilir. 

Türkiye’nin bugünkü durumu mu?

Saray rejimine ve onun güncel yönelimlerine karşı siyaseten ne yapmak gerekiyorsa onu yaparsınız… Kimler bu yolda sizinle birlikte yürümeye istekliyse onlarla yürürsünüz… Bu yürüyüşte, birlikte yürüdükleriniz de siz de yeni deneyimler kazanırsınız… Ve bunların hepsi ideolojik mücadelede yeni dönemin girdileri olarak bir kenara yazılır…

İşin en başında “sen şöyle bir vizyona sahipsen hiç gelme” demek yerine insanların neyin olup neyin olamayacağını kendi pratikleriyle, deneyimleriyle görmeleri daha iyi değil midir?

Bir noktadan sonra, sıralama “ideolojiden siyasete” değil “siyasetten ideolojiye” olmak zorundadır.

Öbür türlüsü, bir zamanların liseler arası münazaralarına benzer…