Daha fazla siyaset
Bu kriz biter, 5 yıl sonra Millet İttifakı yönetiminde başka bir krize daha sürükleniriz. Ancak bu süre içinde doğal varlıklarımız da sabrımız da azalmış olur.
Türkiye’de “dalgalı kur rejimine” geçildiğinden beri, ilk defa 23 Kasım günü bir günde döviz kurları %10’dan fazla artarak yeni bir krizin ateşleyicisi oldu. 2001 ekonomik krizi sonrası, ABD onayıyla Dünya Bankası’ndan getirilen Kemal Derviş’le birtakım önlemler alınmıştı. Bu önlemler, Türkiye’de krizi bir süreliğine hafifletirken, esas olarak ekonomiyi tam anlamıyla küresel piyasalara açıyor, 90’larda başlayan neoliberal sürecin eksik taşlarını da döşüyordu. Mali disiplin ve cari açığı kontrol etme, bağımsız kurumlar ve özelleştirme, dalgalı kur rejimi, Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) uyum programları ile bu süreç işlemeye başlamıştı.
AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidara gelmesinden sonra bu temel ekonomik modele hiçbir müdahalede bulunulmadı. Hatta şevkle uygulandı. Kamunun elinde olan, Tüpraş, Telekom, Petkim, Tekel gibi dev işletmeler özelleştirilirken aynı süreç içinde Türkiye özel bankacılık sektörünün istisnasız hepsi de değişik paylar oranında yabancılara satıldı. Enerji sektörü neredeyse tamamen kamunun elinden çıktı.
Bu ekonomik modelin başka bir ayağını da AKP iktidarı hiç geciktirmedi. 2004 yılında değiştirdiği Maden Kanunu ile ormanlar dahil tüm sahaların sermayeye tahsisini kolaylaştırdı. Ardından Devlet Su İşleri’nin (DSİ) “su” yönetmeliğinde 2005’te yaptığı bir değişiklikle suların enerji şirketlerine tahsisini uygulamaya koydu. Bu ve başka birtakım kanunlarda yapılan değişikliklerle yeraltı ve yerüstü varlıklarımız birer birer sermayeye tahsis edilmeye başlandı. Özellikle ormanlar yönünden, Anayasa Mahkemesi hem Maden Kanununda hem Turizm Teşvik Kanununda ilgili maddeleri iptal etmesine rağmen, iktidar bu maddeleri tekrar benzer şekilde yasalaştırdı. Bu yeni yasalara ise, Anayasa Mahkemesi’nin üye değişiklikleri sonucunda 2009 yılında “yeşil ışık” yakıldı. Bu nedenle 2009 yılından sonra doğanın yağmalanması hızlandı. Süreç sonunda özellikle başta Karadeniz olmak üzere, dere yatakları hidroelektrik santralleriyle, her dağ başı ise mermer ve taş ocaklarıyla dolmaya başladı. Böylelikle büyüyen inşaat sektörüne ucuz hammadde sağlandı.
Toplumun artan huzursuzluğu ve doğal hayatın, ekosistemin kaybı iktidarın umurunda olmadı. Aynı şekilde temiz su kaynakları, kıyılar ve son yıllarda giderek artan şekilde tarım alanları da sermayeye tahsis ediliyor. Böylece tarımdan dışlanan kırsal kesim, şehirlere akarak bir yandan işsiz ya da ucuz emekçi oluyor öte yandan boşalan tarım alanları devlet desteğiyle el değiştiriyor.
Yeraltı ve yerüstü varlıklarının sermayeye tahsisi, ekonomik krizi çözmediği gibi ağırlaştırdı, üstüne bize bir de ekolojik kriz armağan etti. Eskiden enerji sektörünün üretimi de dağıtımı da devlet elindeydi ve üretim süreçlerinde projeler biraz daha dikkatli planlanıyordu. Bugün gerek jeotermal santraller gerekse de rüzgar enerji santrallerinin yer seçimleri uygun olmadığı gibi hiçbir denetim de yok. Termikler için üretim sahaları orman ve tarım aleyhine (bakınız Akbelen Ormanı, İkizköy) daraltılıyor. Türkiye, son 20 yılda temiz su kaynaklarının bir kısmını kaybetmiş durumda. Daralan tarım alanlarını da buna eklediğimizde önümüzdeki süreçte bir gıda krizi kapımızı çalabilir. Türkiye, halâ tarım ürünlerinde net ihracatçı gibi gözükse de özellikle tahıl ve pirinç gibi bazı temel ürünlerde ithalatçı pozisyondayız.
Uzun bir süredir yaşanan ekonomik kriz, sadece AKP iktidarının beceriksizliği değil, uygulanan liberal piyasa ekonomisinin de başarısızlığıdır. 1990’larda sistem tarafından vadedilen hiçbir şey gerçekleşmedi. Özelleştirmelerle verim artacak, istihdam sağlanacak, rekabetle daha ucuza mal ve hizmet alınabilecek böylece refah artacaktı. Hiçbiri doğru çıkmadı. Daha fazla işsizlik, çalışana asgari ücret, kaybolan kamu denetimi... Üstüne doğanın yağması da bindi. Üstüne Türkiye’nin dış borcu 130 milyar dolardan 450 milyar dolara çıktı.
Ana muhalefete (ya da daha genel olarak Millet ittifakına) baktığımızda ekonomik model olarak ortaya yeni bir şey konmadığı açık. Kemal Derviş politikalarına dönüş sözü vermekten başka bir şey yapmıyorlar. Ne kamuculuk üstünde yeteri kadar duruyorlar ne yağmalanmış doğal varlıklar karşısında ekolojik bir tutumları var.
Bu nedenle Cumhur ve Millet İttifakları dışında halktan yana, kamucu dayanışmadan ve ekolojiden yana, eşitlikçi, ücretsiz sağlık ve eğitim diyebilecek, liberal politikalara teslim olmayacak bir 3. seçeneğe ihtiyaç olduğu açık. Bu ilkelere dayalı başka bir ekonomik modelin de üretilmesi lazım.
Yoksa bu kriz biter, 5 yıl sonra Millet İttifakı yönetiminde başka bir krize daha sürükleniriz. Ancak bu süre içinde doğal varlıklarımız da sabrımız da azalmış olur. Bu yüzden daha fazla siyaset lazım.
3. bir ittifak seçeneği bu yüzden gereklidir.