Üzerinden 50 yıl geçmiş…
50 yıl önce bir arkadaşla Türkiye devriminin “yolunu” konuşuyorduk. 1917 Devrimi’nden söz ettiğimizde arkadaş “en az ona benzeyecek” demiş, ancak 1917’ye “en az” benzeyecek Türkiye devriminin “daha çok” neye benzeyeceğini söylememişti.
Aklında hangisi vardı? II Dünya Savaşı sonrasında sosyalizme geçen ülkeler, Çin Devrimi, Küba Devrimi, “üçüncü dünya” ülkelerinde sürmekte olan mücadeleler ya da (o zaman) Avrupa’da ciddi bir güç olan komünist partiler...
Kendisi o sohbette söylemedi, ama daha sonraki siyasal çizgisi, aklındakinin bunlardan Çin Devrimi ve/ya da üçüncü dünya ülkelerinde verilen mücadeleler olduğunu gösterdi.
Pek derin olmayan böyle bir sohbette, gelecekteki bir devrimin önceki devrimlerden birinin tekrarı ya da “aynısı” olamayacağının kabulü bile bir olumluluk sayılmalıdır.
Günümüze gelirsek, sahi, bizim devrimimiz “daha çok” hangisine benzeyecek?
Zor sorudur; “bilimsel” yanıtı olamaz; yanıt denemeleri kestirimlere, hatta spekülasyonlara dayanmak zorundadır. Bunları kabul ettikten sonra, ara sıra deneyip tahayyül etmekte yarar vardır. Sabah akşam liberal virüsün nerelere girdiğini, kimin kimlerin kuyruğuna takıldığını, Soros’un en son planlarını ya da CHP’nin gerçek yüzünü konuşacak değiliz ya?
***
Kendi düşüncemizi hemen belirtelim: Türkiye’nin devrimi, tarihin tanık olduğu örnekler arasında “daha çok” 1917’ye benzeyecektir.
Bu sonucun anahtar sözcükleri ise şunlardır: Kent merkezlilik, içi sınıfı ağırlığı, öncü-kitle diyalektiği, geniş halk hareketliliği ve halkın kendi bağımsız “taban” örgütlenmeleri… Bunlar belirli bir soyutlama düzeyinde sıralanmıştır; dolayısıyla daha somuta inildiğinde önemli “başkalaşmalar” olabileceğini kabul ediyoruz.
Örneğin, “kent merkezlilik” tamam da, işçi sınıfı ağırlığının kendini mavi tulumun yanında başka giysi ve renklerle de ortaya koyabileceğini düşünmek gerekir. Sonra, halkın bağımsız örgütlenmelerinin, geniş tabanlı istek ve taleplerin 1917 Rusya’sına göre çok fazla çeşitlilik sergileyebileceği de dikkate alınmalıdır. Bir ek daha: Günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde neyi hedeflediğine, taleplerinin reformist olup olmadığına fazla kafayı takmadan yoksul halkın gerçekten içinde olduğu örgütlenmelere genelde olumlu yaklaşılmalıdır.
Nihayet, öncü örgüt, kimi liberal tarihçilerinin Bolşeviklere yakıştırdığı Blanqui/Tkaçev çizgisinin kopyasından ibaret kalmayacaksa kendiliğinden hareketlerle mutlaka gerçek bir etkileşim içinde olmalıdır.
***
Biraz daha ilerleyelim mi?
Göründüğü kadarıyla Türkiye’nin devrimi, “devrim” nitelemesinin fazla geleceği, ayrı bir ön aşama anlamı taşımayan, ama ülkenin çehresinin önemli ölçüde farklılaşacağı bir tür değişim ve dönüşümle birlikte temel özelliklerini kazanmış olacaktır. Bir bakıma, yeni bir “1975-78 ortamı” gibi…
Bu açıdan bakıldığında oy tabanı en az yüzde 30-35 arasında gezinen reformist bir sol partinin varlığı korkulacak değil istenecek bir durum sayılmalıdır. “Aman olmasın” demek yerine bırakalım bu reformist parti bizlerden çok 15-16 Haziran 1970, Arap Baharı ve Gezi 2013 gibi kitlesel-sınıfsal hareketlenmelerin sınavından geçsin…
O geçerken biz de geçelim.
“Daha çok” 1917’ye benzeyeceğini söyledik; ancak iki önemli gerçeği unutmamak gerekir: Bugün Türkiye’de Rus Çarlığının bir benzeri yerine kurumsallaşan neo-faşizm söz konusudur ve ulusal sorun da 20. yüzyıl başları Rusya’sındaki emsallerine göre farklı özellikler taşımaktadır.
Çehresi değişen Türkiye’de “gerçek demokrasi” kurulmuş, neo-faşizm inine tıkılmış, ulusal sorun çözülmüş olmayacaktır; ancak, dengeler değişmiş, düzen yanlılarıyla düzen karşıtları arasındaki mücadelede düzen karşıtları bugünküne göre çok daha büyük bir ağırlık kazanmış olacaktır. Neo-faşizmin kökünün “liberal demokrasiyle” kazınamayacağı daha iyi anlaşılacağı gibi “ulusal sorunun” nihai çözümünün başka bağlamlarda aranması da gündeme girecektir.
Gelecekte, bütününe solun egemen olduğu değil parçalanmış bir “sivil toplum” ve parçalanmışlığı süren bir siyasal coğrafya görünmektedir.
Bunun ifadesi de bir ihtimal “ikili iktidar” olacaktır.