Cumhuriyetteki “Yaban”ı ütopyada aşmak

Kadro’nun çıkışıyla Yaban’ın çıkışı denk geldi; kapanışıyla Ankara romanı buluştu.

Yakup Kadri Ankara’da bu kez daha uzun bir süreç içinde inkılâbın eksiklerini, yanlışlarını tartışmaya açar. Kurtuluş mücadelesine katılanlar yalnız er Mehmet Ali’nin köyünde değil, inkılâbın kalbinde, Ankara’da da “yaban” durumundadırlar. Üstelik 1921 yılında değil, 1930’larda da; Yakup Kadri şahsi çıkarların ayrıştırdığı bir Ankara’da bu durumdan kurtuluşu, üstünden daha birkaç yıl geçmeden parça parça olan bir Ankara-Cumhuriyet ütopyası kurarak sağlamaya çalışır.

DEVRİMCİ ANKARA'DA DA YABAN'DIR

Roman, Ahmet Celâl’in köydeki odasından hiç de daha güzel olmayan bir Ankara odasında uykudan gözlerini açan Selma ile başlar. Savaş sırasında cephe gerisinde kalmanın fırsatlarını değerlendiren ev sahibi Ömer Efendi ve karılarının yaşam biçimi, zihniyeti, tutumu bakımından Yaban’ın köylülerinden pek farkı yoktur. Genç bankacı Nazif’in karısı Selma, herkesle aynı yolu izleyerek İnebolu üstünden, tahtakurulu hanlarda konaklayıp, “uyuyup uyanılıp tekrar görülmek istenen tatlı rüyalar gibi”(1) Ilgaz Dağları’nı aşarak geldiği Ankara’da durumunu hiç de memnuniyet verici bulmaz. Umduğu hayat koşulları olmadığı gibi ortak bir milli heyecan da yoktur. Kocası banka memuru Nazif’le konuşmasında birdenbire Yaban’daki aynı sorun, “hepimiz kimiz” sorunu karşımıza çıkar.

“A, hiç de değil, ben onlara benzeyeceğime onlar bana benzemeye çalışsın. Biz, buraya medeniyet getiriyoruz. Hem canım, bu “biz-onlar” lakırdısı da nedir? Hepimiz Türk değil miyiz?
Nazif, karısını daha ziyade kızdırmak için takıldı:
“Öyle ama, onlar bizi kendilerinden saymıyorlar, bize “yabanlar” diyorlar.”(2)

Neredeyse bütün romanlarını birbirine bağlayabileceğimiz Yakup Kadri’nin Yaban ile Ankara’sını daha da yakınlaştıran ortaklıklar vardır. Başta, Kadro hareketinin içinde peş peşe kısa aralıklarla yazılmaları, ikincisi aynı temel sorunu, inkılâbın yurttaşı, halkı hangi değerler çevresinde buluşacaklardır sorununu temel almaları bu bütünlüğü pekiştirecektir.

Bu ortaklığa rağmen önemli bir ayrım vardır; Yaban, bu kadar önemsenip okunduğu halde Ankara neden geri plana itilmiştir?

BURJUVA İKTİDARININ BUZLAŞTIRDIĞI MİLLİ HEYECAN

Kanımca, Yaban’daki aydın-köylü çatışması biçiminde tartışmaya açılan milli bilinç sorunu önemli ölçüde soyutlamaya imkân verecek biçimde romanlaştırılmıştı. Yaban’ı tarihselliğinden koparıp sorunu ezeli ebedi bir halk-aydın ikiliği biçiminde okumak ve yorumlamak kolaylaşıyordu. Oysa Ankara tersine, alabildiğine somut bir biçimde, inkılâbın sonuçlarını tartışmaya açıyordu. Ankara’nın sorunsalını ezeli ebedi bir çatışma biçiminde soyutlayıp tarihselliğinden kopartmak mümkün değildi. Bu romanı hakkıyla okuyup anlamak demek, doğrudan doğruya cumhuriyet inkılâbının belirleyici özelliklerini sorgulamak demekti. Milli Mücadelede bir inkılâpçı izlenimi veren mebus, nasıl arsa spekülasyoncusuna döndü? Kurtuluş ordusunun vakur, kararlı, inançlı subayı nasıl ve neden, devrimden birkaç yıl sonra karısının iğrendiği bir komisyoncu oldu?

Yakup Kadri Ankara’yı üç bölümde kurar: Bir, İnkılâp Ankara’sı; iki, İnkılap’tan dört beş yıl sonraki yeni Ankara: “Yeni Ankara, o eski Ankara’nın bir mütekâmil şekli olmak lâzım gelmez miydi? O millî ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?”(3) ve üç, İnkılâp’tan on beş yirmi yıl sonraki ütopik Ankara. Belki de Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’una ilham kaynağı olan bu üç Ankara içinde inkılâbın yükselttikleri ve düşürdüklerinin öykülerini buluruz.

YENİ İNSAN SELMA

Yakup Kadri gerçekliği değişim içinde anlatmayı bir an bile unutmaz. Yakup Kadri gerçekçiliğinin en önemli özelliklerinden biri budur. Onun tipleri zamanın ve şartların değişmesiyle birlikte yeni nitelikler kazanırlar, gelişirler veya gerilerler. Ankara’nın kahramanları da üç devir içindeki üç Ankara’yı her biri kendi kişiliğinde dönüşümler ve başkalaşımlar geçirerek yaşarlar. İstanbul kızı Selma, inkılâp Ankara’sında Milli Mücadeleden etkilenerek savaşa hemşire olarak katılır. Bu değişmeyle, düşman ordusu Ankara önlerine gelince canının derdine düşerek Ankara’dan Kayseri’ye kaçan kocası Nazif’ten boşanır; İnkılâp Ankara’sında onu atlı gezintilere çıkaran Binbaşı Hakkı’yla evlenir. Fakat yeni Ankara’da askerlikten emekli olup işi yabancı şirketlerin ihale komisyonculuğuna döken Hakkı’yı bambaşka bir kişiliğe bürünmüş buluruz. Selma da, İnkılâp Ankara’sının vakur, sade ve iradeli bu subayının yeni Ankara’daki yılışık kişiliğine çok fazla dayanamaz.

Birinci Ankara’nın şöyle bir görüp unuttuğumuz hararetli inkılâpçısı Neşet Sabit ise yeni Ankara’da yükselemeyenlerden biridir. Neşet Sabit her üç Ankara’da da inkılâbın temsilciliğini sürdürür. Ona göre çıkarcıların, egoist zenginlerin gününü gün ettiği Yenişehir Ankara’sı inkılâbın henüz tamamlanmadığının açık bir kanıtıdır.

Neşet Sabit, emekli subay, yeni zengin Hakkı’nın karısı Selma’ya şunları söyler:

“Yok canım, bu gördüğünüz şeyler, bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim inkılâbımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da(ha) çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lâzım gelirdi.”(4)

Yakup Kadri yeni Ankara’nın giriş bölümünü bu yeni zenginlerin; “çoğu arsa spekülâsyonlariyle, komisyonculukla, müteahhitlikle veyahut birtakım yüksek sinekür’lerle (arpalık) birdenbire en geniş bir maişet seviyesine varmış insanlardan mürekkep”(5) bir sınıfın mensuplarının Ankara Palas’taki bir baloya gelişleri, Ankara’nın yoksul ve orta halli halkının ise otelin önünden bu toplanmayı merakla izleyişini gösterdiği bir genel tabloyla açar. Bu tabloda milletin bütünü vardır, fakat birbirinden ayrışmış, yabancılaşmış biçimde. Tabloya sırtında yorganı Ankara’ya iş aramaya gelmiş bir köylü de girer. Yakup Kadri, yalnızca eleştirel karakteri Neşet Sabit ve dönüşüm içindeki Selma aracılığıyla yeni düzeni sorgulamakla yetinmez; romanın kuruluşunda, imgelerinde de ayrışan yaşam koşullarını, şahsi çıkarın yol açtığı eşitsizliği sürekli göz önüne serer. Sözgelimi, Neşet Sabit’in gece lambalarıyla pırıl aydınlık Yenişehir’den çıkıp şehrin eski ve yoksul karanlık mahallerine gelişi iki ayrı dünyanın simgeleşmesidir.

BURJUVA JAKOBENİZMİN TRAJİK ÇELİŞKİSİ

İnkılâp Ankara’sında bu ayrışma Yaban’daki düzlemdedir: Henüz bir millet olduğunun bilincine ermemiş halkla, onlara Milli Mücadele içinde bu bilinci taşıyan inkılâpçılar; yerlilerle “yabanlar”. Muzaffer inkılâbın yeni Ankara’sında ise, kısa sürede inkılâbın yarattığı yeni iktidar ilişkilerinden yararlanarak, haksızlık ederek zengin olanlarla, Yenişehir’lilerle halk arasında bir ayrışma vardır. Bunu sorun eden ve inkılâbın henüz açmayan tomurcuğunu yeşertemeye çalışan inkılâpçıların temsilcisi ise Neşet Sabit’tir. Kadro’nun aradığı kadro mu, Kadro’yu çıkartan kadro mu; her ikisi olarak görmemiz mümkündür. Durumunun insana yakışmayan koşullarından, hatırası hâlâ taze inkılâp günlerinin ideal umutlarına yabancılaşmış hayatından kurtulmak isteyen Selma da yeni zengin Hakkı’dan ayrılarak, Neşet Sabit’i sevecek, onunla inkılâp’ı yaşatma mücadelesine katılacaktır.

Bir yandan, sınıfsal özü itibariyle burjuva bir inkılâba jakobence bağlı olacaksın, öte yandan bu inkılâbın emekçi ve namuslu halkın sırtına birtakım yeni asalaklar yüklemekten başka bir şeye yaramadığını apaçık göreceksin; Neşet Sabit, onun simgelediği Kadro hareketi ve romanın yazarı Yakup Kadri’nin aşamadığı çelişki budur işte. Brecht’in vurguladığı bir söz var; “A’yı söyleyen B’yi de söylemek zorundadır” der. İnkılâpçı kalabilmek için burjuva sınıfının iktidarını ve emekçi sınıfın sırtından edindiği özel mülkiyeti görmek zorunludur. Yirminci yüzyılın başında, “imtiyazsız, sınıfsız bir millet” yaratma özlemi, bu gerçeği kavramadan ve gereği için mücadeleye girişmeden mümkün olamayan bir programdır.

'BAŞLARINDA PATRON DİYE BİR BELA YOKTU'

Yakup Kadri Ankara romanının üçüncü bölümünde A’yı söylüyor ve B’yi söylememek için işi ütopyaya döküyor. Nasıl oluyorsa oluyor, Gazi’nin onuncu yıl nutkundan sonra toplum büyük bir inkılâp heyecanıyla kendine geliyor. Ankara yeni baştan fakat eşitlikçi bir biçimde inşa ediliyor. Gençler inkılâpçı bir biçimde eğitiliyor. Türkiye’nin her yerinde “Milli Mükellefiyet” sistemi kuruluyor. Selma ile Neşet Sabit evleniyorlar ve yoğun inkılâp çalışmaları içinde hiç sönmeyen bir aşkla birbirlerini sevmeye devam ediyorlar. Millî kurtuluşçu bir kalkınmanın düşünsel ve örgütsel dayanakları yaratılıyor. Matbuat milli gayelere hizmet ediyor… Edebiyat ve sanat da öyle… Sanat ve spor gençliğin günlük yaşamının sıradan bir parçası oluyor… İşçiler mi? En iyi durumda olanlar onlar diyebiliriz, çünkü başlarında artık “patron diye bir bela yoktu.”

“Türk işçileri, Türk mühendisleri, Avrupa’daki arkadaşları gibi bedbaht da değildiler. Eski Roma’nın esir sürüleri gibi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyetle ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden, açlıktan bütün insanî faziletlerini kaybetmiş Avrupa proletaryasının sefalet ve felâketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vekarını, mesuliyetini taşıyorlardı. Başlarında patron diye bir belâ yoktu. Kimsenin esiri değildiler. Yalnız memleketin hizmetçisi olduklarını ve alınlarından akan terin vatan topraklarına bereket getirici bir rahmet gibi yağdığını biliyorlardı. Onun için, her biri, insana, harb safhalarındaki neferler gibi birer kahraman heybetinde görünüyordu.”(6)

TARİHİ MADDECİLİĞE İMAN

Yakup Kadri, neredeyse, adı konmamış bir sosyalizmi tasvir ediyor. Kadro’nun rejimi, kendine özgü bir cemiyetçi milliyetçiliğe dayanıyor, anlaşılan Ankara’nın ütopik sayfalarında Yakup Kadri bu rejimin nasıl işlediğini canlandırmaya çalışıyor. Kadro’yu inceleyen Tekeli ile İlkin’in değerlendirmesi de bu yöndedir: “Aslında Yakup Kadri’nin Ankara romanı, Kadro hareketi anlaşılmadan yorumlanamaz. Denilebilir ki Ankara, Kadro’nun roman biçiminde ifade edilmiş şeklidir. Selma Hanım’ın yaşadığı Cumhuriyet’in ilk on yılı Kadro gözüyle Cumhuriyet’in bir eleştirisidir. Romanın üçüncü bölümünde Cumhuriyet’in ikinci on yılı için yazılan senaryo gerçekte Kadrocuların Cumhuriyet ütopyalarının romanlaştırılmasıdır.”(7) Roman çıktığı zaman, Fikir Hareketleri dergisinde eleştirisini yapan Hüseyin Cahit Yalçın’ın özellikle Yakup Kadri için söyledikleri ilginçtir. Onu her dönemde “inanan bir ruh”(8) olarak niteleyen Yalçın, Yaban ve Ankara’da tasavvuf kaynaklarını bırakıp tarihi maddeciliğe iman ettiğini belirtiyor.(9)

Peki, ikinci Ankara’da ne mal olduklarını azçok gördüğümüz sömürücü sınıfın üyeleri Hakkı Beyler, Ömer Efendiler, Şeyh Eminler, Müteahhit Muratlar ütopya Ankara’sında nereye gittiler? Yazar onlarla ilgili pek bilgi vermiyor. Sanki onları romanın dışına çıkarmak, toplumsal sorunları çözmek ve inkılâbı rayına oturtmaya yetiyor.

Yine de Yakup Kadri’ye haksızlık etmemek gerek, bu ütopyanın gerçekleşmezliğinin o da farkında. Türkiye toplumunun geçen her günü bu ütopyayı yerlebir ederken farkında olmamak mümkün mü? Bu ütopya Kadro dergisinin ulus inşası programı olarak da okunabilir. Olanı gerçekçi bir biçimde ortaya koyan Yakup Kadri, olması gerekeni de bir Ankara ütopyasında somutlayarak inkılâpçılara ideal düzen tablosu sunuyor. Bu ideal düzen nasıl hayata geçirilecek; o, ütopyayı sahiplenen inkılâpçının çözeceği bir sorundur. 

 


(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001 (İlk baskı 1934, İletişim’de 13. baskı); s. 22.

(2) A.e, s.31

(3) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001 (İlk baskı 1934, İletişim’de 13. baskı); s. 150.

(4) A.e., s. 123.

(5) A.e., s. 151-152.

(6) A.e., s. 183.

(7) İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.g.e., s. 382.

(8) Hüseyin Cahit Yalçın, Aktaran: İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.e., s. 383.

(9) “Yakup Kadri Bey inanan bir ruhtur. Şeniyetin içinde bunalmamak ve boğulmamak için bir iman ihtiyacı hissediyor. Ruhunun susuzluğunu evvelce tasavvuf temin edebiliyordu, bugün bir madde imanı tatmin ediyor. Bunlar iki zıt, fakat her ikisi de iman. İşte onun manevi hayatındaki vahdeti vücuda getiren esaslı vasıf, işte bütün varlığına temel teşkil eden sağlam toprak.” “Yakup Kadri Bey’in bu yeni imana ne kadar hararetle bağlı olduğunu görmek için Ankara’yı okumalı. Bu iman ona sanatı, edebiyatı, tetkik ve müşahedeyi, şeniyeti, hakiki hayatı, her şeyi, unutturacak kadar hakimdir. O bütün bunları feda ederek Ankara’ya istikbali tasvir eden bir parça eklemiş ve ancak kuvvetli müminlerde görülecek bir coşkunluk, bir keyf, adeta bir sarhoşluk ile bize hulyalarını, ülkülerini uzun uzun anlatmıştır. Denilebilir ki Yakup Kadri Bey için asıl Ankara, bu olmayan ve olmayacak Ankara’dır.” (Hüseyin Cahit Yalçın, Aktaran: İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.e., s. 383)